“…Görecek hiçbir şey yok, görecek hiçbir şey kalmadı. Gördüklerimizden şüphe edebilmek için, hâlâ görmeyi, her şeye rağmen görmeyi bilmemiz gerekir. Yıkıma rağmen, her şeyin silinmesine rağmen. Bir arkeolog gözüyle bakmayı bilmemiz gerekir. Ve işte böyle bir bakış, böyle bir sorgulama sayesinde, şeyler saklı mekânlarından ve mazilerinden bize bakmaya başlar.”

Georges Didi-Huberman ‘Kabuklar’ adlı kitabında Auschwitz-Birkenau kompleksinde, sabahın erken saatinde, rehber henüz gelmeden dolaşıp, tel örgülerin, huş ağaçlarının, onlara ait kabuk parçalarının, boyalı ahşap tabelanın, yapay infaz duvarının, ölümün ve geçen zamanın uğraşlarıyla çatlayan son derece gerçek zeminin, barakanın kapısının, iki elektrik tel örgü arasındaki toprak yolun, beş numaralı krematoryumun karşısındaki kır çiçeği dizisinin, insan külleriyle dolu gölün fotoğraflarını çeker ve o görseller için “birkaç imge-böyle bir tarih için hiçbir şey” der.

Didi-Huberman’ın arkeolojik bir gözle bakıp çektiği fotoğraflar kendine ait.

Bu kitabı okuyunca, yıllar önce, Galata Fotoğrafhanesi’nde yapılan bir fotoğraf atölyesini anımsadım. Katılımcı arkadaşlardan biri Cumartesi Anneleri ile ilgili bir sergi açmıştı. (Bu çalışma hakkında daha önce BirGün gazetesinde yazmıştım, ancak bugün başka bir vesileyle yazıyorum.) Belgesel fotoğraflar diyebileceğimiz görseller arasında bir fotoğraf diğerleri arasında dikkat çekiyordu. (Sarayburnu -yanlış anımsamıyorsam sabahın ilk ışıkları- deniz ve ufuk.)

Huberman, fotoğrafıyla ilgili şunları yazmış: “Ama Birkenau’da ufuk nedir ki? Tüm umutları kırmak için tasarlanmış bu yerde ufuk nedir ki? Ufuk, öncelikle gözetleme kulesinin hâkim olduğu, bu ıssız –bugün ıssız olan, ama bir zamanlar dehşete düşürülmüş bir halkın sesiyle uğuldayan- toprak parçasıdır. Ayrıca, ormandaki ağaçların tepelerinin oluşturduğu çizgidir. O hâlde insan bakışlarını kampın elektrikli tel örgülerinin ötesine, olabildiğince uzağa yöneltmeye çalışmalıdır: Oraya, Fransızcada dendiği gibi, tabiatın “haklarını geri aldığı” ve bu kampta böyle etkin biçimde inkâr edilen insan haklarının belki de hâlâ bulunduğu yere. Ama burada ufuk, her şeyden önce, insan boyu yüksekliğinde, nerede durulursa durulsun yaşam kadar görüşü de hapseden, yaklaşık yirmi sıra dikenli telin yatay çizgisidir. (…) Uzaklara doğru açılacakken amansız dikenli tellere çarptığımız yalancı bir ufuk.”

Arka sırada huş ağaçları. Bir arkeolog gözüyle bakıldığında bu bitki örtüsünde büyük bir insanlık yıkımı yatıyor.

Arkadaşımın fotoğrafında görülen ufuk çizgisi, denizle gökyüzünün birleştiği yer olsaydı –ya da ben öyle okusaydım- Huberman’ın kitabını okuduğumda büyük olasılıkla sergideki o fotoğrafını anımsamazdım. Fotoğrafında görünen ufuktaki kurşuni bulutlarda da toplama kampındaki bitki örtüsü gibi insanlık yıkımı vardı. Fotoğrafın alt metninde yanlış anımsamıyorsam kayıp kişinin adı verilerek şu cümle yazılıydı:

“ ... son görüldüğü yer.”

*Bir rica; ilk paragrafı bir kez daha okuyunuz.