‘Yaşarken azınlık, ölürken çoğunluk’ olanlar, yani ezilenler, vicdanı bir kilit taşı gibi gördüklerinden onu yaşatmanın çabasından asla vazgeçmezler

Son kale

MURAT MÜFETTİŞOĞLU
mmufettisoglu@gmail.com

Türkiye gibi Sağ’a yapışmış bir ülkede Sol’ un seçim kazanması zaten zordu; artık adamakıllı güçleşti; iktidarın algı operasyonlarında kullandığı medyatik araçlara, provokatif yöntemlere ve hamasi dile sahip olmadığımız sürece de, “im-kan-sız”. Hal buyken naçizane önerim, Sol’ u var eden temel değerlere her zamankinden çok vurgu yapmaktır. Vicdan o değerlerden biridir.

Ankara Katliamı’ nın yapıldığı alana belediye meclisi kararıyla “Demokrasi Meydanı” adını vermişler. CHP’ li üyeler “Barış Meydanı” olmasını önermişler, AKP’ li pehlivanlar kabul etmemiş. Demokrasi kolay manipüle edilebilen bir kavram: Emperyalist kurtlarla onların kuyruk yağlarından beslenen kurtçukların, Afganistan’ ın, Irak’ ın, Mısır’ ın, Suriye’ nin vb. içine etmelerinin yegâne gerekçesi. Malumunuz, vaktinde bize de “ileri demokrasi” vaat edenler, elimize ‘çoğunluk diktatoryasına’ verdiler. Bununla kalsalar iyi; yaşlısıyla, genciyle, işçisiyle, memuruyla, yoksul eriyle, gerillasıyla, kadınıyla, çocuğuyla, ağaçlarıyla ülkenin içinde ve dışında binlerce canlının katline ortak oldular. ‘Barış’ ın sözcük haline bile tahammül edemeyenler, her şeyden önce, vicdan yoksunudurlar.

13 Ekim’ de Konya’ da yapılan milli maç öncesi tribünlerin büyük bölümü, Ankara Katliamı için yapılan saygı duruşunu ıslıkla yuhaladı. Kan ve kin sevdalılarını ıslık kesmemiş olmalı ki, salyalı parmaklarını ağızlarından çıkarıp, ‘yaallahbismillah allahuekber’ sloganları attılar. Ve dehşet şovlarını, alışıldık biçimde Mehter Marşı’ yla noktaladılar. Vicdanın ve insanlığın esamesinin okunmadığı bu ibretlik anekdotun failleri ve figüranları “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanlar!”

Kendini hiçbir zaman ‘Türk ve Sünni’ hissetmemiş olan ben ve benim gibiler, bu ülkede yaşarken azınlık, ölürken çoğunluğuz. İktidardan ve tebaasından merhamet dilemekle zinhar işimiz olmaz. O kadar düşmedik! Tam tersi; ömrümüz yettiğince iplerini pazara çıkarmaya, kral çıplak demeye devam edeceğiz. Ve her zaman, her koşulda, insanlığı vicdana, sağduyuya ve barışa davet etmek temel düsturumuz olacak, yaşadığımız ülkeyle de sınırlı olmayacak. Ankara’ nın göbeğinde katledilen dokuz yaşındaki Veysel Deniz Atılgan için ne kadar ağladıysak, açlıktan ölmek üzereyken kurtulan Somalili Minhaj Ferah bebek için o kadar sevindik.

Haziran seçimi öncesi reklam panolarında bir resim dikkatimi çekmişti: yüzü gözü çamura bulanmış, saçları kirden keçeleşmiş bir kız çocuğu ağlayan gözlerle yoldan gelip geçenlere bakıyordu, resmin altında da şöyle yazıyordu: “Üşüyorum, yardım edin!” Panonun bir köşesinde malum ampul, ampulün yanında banka hesap numaraları vardı. Önümüz seçim olduğundan niyet belliydi: oy. Muhtemelen pek çok “hayırsever”, Deniz Feneri muhabbetinde olduğu gibi, verilen hesap numaralarına hatırı sayılır paralar gönderdiler; Haziran geldiğinde de ‘evet’i ampule bastılar. Böylece “merhamet ve sadaka” döngüsü bir tek Suriyeli çocuklara dokunmadan tamamlanmış oldu. Bu “ulvi” projede eksik olan tek şey vardı: vicdan.

Vicdan derken
“Müphem” bir kavram gibi algılansa da, kökleri evrensel etiğe bağlanan, evrensel etikten beslenen, beslendiği oranda da birleştirici, bütünleştirici niteliğe bürünen duygulardan biridir; hemhal olma, hemhal kalma refleksidir, bu yanıyla kurucu öze sahiptir. Metafizik temalı olmadığı gibi, aksine, yaşamın maddi ilişkileri tarafından belirlenir. İlkel ideolojilerin estiği iklimlerde(dinsel toplumlar, cemaatler), otoriter rejimlerde(faşizm), çıkar ve sömürü ilişkilerinin hüküm sürdüğü sistemlerde(kapitalizm) ya tümden dışlanmıştır, ya içi boşaltılmıştır, ya da farklı içeriğe sahip, ruhani, üstten bakan anlamlara bürünmüştür: dini toplumlarda merhamet, liberal toplumlarda yüce gönüllülük gibi. Vicdanı müphemleştiren de bu tür “âlicenap” tutumlardır. Askeri, (katı) merkeziyetçi, kapitalist, şeriatçı vs. yönetimler sevmez vicdanı. Demokrasi havarisi Batılı emperyalistlerin ve onların taşeronları “dini bütün” devletlerin ortaklaşa var ettikleri Suriye cehenneminden ailesiyle kaçarken boğulan Aylan Kürdi’ nin minik bedeninin hesabını, önce sorumlu devletlerden, sonra “Tanrı” dan sorar çünkü!

‘Yaşarken azınlık, ölürken çoğunluk’ olanlar, yani ezilenler, vicdanı bir kilit taşı gibi gördüklerinden onu yaşatmanın çabasından asla vazgeçmezler. Çünkü bilirler; kan, ter ve gözyaşından beslenen sömürgen iktidarların güdümündeki “insanlık ailesinin” tümden yok oluşuna göğüs geren ‘son kalenin’ duvarlarıdır o. “Enteresan” olan, Doğu kültürlerinde pragmatik aklın dolduramadığı boşlukları doldurabilmesidir. İyi ki de doldurur, yoksa Batı kültürünün “güçlü” statiğine ve simetrisine sahip olmayan “Oryantalist” yapılar çoktan çökerdi.

Doğu kültürleriyle vicdan arasındaki söz konusu tarihsel iç içelik, kavramın zamanla (aşkın) bir ahlaki norma dönüşmesine neden olmuştur. Zira hayatın yeterince zor olduğu az gelişmiş toplumlar, kendi güvenliklerini geliştirmek zorundadırlar.

Bir liberalin, bir dindarın ya da bir milliyetçinin vicdandan ne anladığı umurumda değil. Ben kendimi bilirim. Köyüme komşu bir köy var; eski adı Ermenioğlu, yeni adı Ermekoğlu. Babaannem ben çocukken anlatırdı: köyün asıl sahipleri yüz yıl önce evlerini terk etmek zorunda bırakıldıklarında arkalarından ağlamışlar. 2010 senesinde yurt dışında katıldığım bir toplantıda, ataları Erciyes’ in eteklerinde yaşamış, kendisiyse Arjantin’de doğup büyümüş bir Ermeni yaşıtımdan “durduk yerde” özür diledim. Önce anlam veremedi, sonra toparlanıp omzumu sıktı. Merhametin, yüce gönüllülüğün, küçük burjuva ahlakının, rasyonel aklın ya da bir doktrinin gereğini yerine getirmedim; o veya bu sebeple, o veya bu şartlar altında oluşmuş bir duygu, bütün doğallığıyla ve sıcaklığıyla içimden dışıma akıverdi. Sanırım o duygu vicdandı, her seçim sonrası balkona çıkanlarla onlara alkış tutanlarda olmayan şey.