Futbol kulüpleri artık birer şirket. Borsaya açılıyor, CEO’larca yönetiliyor, iflas ediyor, değer kazanıyor, futbolcu alım satımından kâr ediyor… Elbette bu hale geleceğini görmeyen yoktu. Zaten Avrupa bu yöne gitmeye başlayalı çok olmuştu ve biz de onların dümen suyuna er geç girecektik. Yıllar önce Arsene Wegner muhtemelen aldığı ekonomi eğitiminin de etkisiyle teknik direktörün görevinin sadece galibiyet olmadığını; aynı zamanda yaptığı akıllı alım – satımlarla kulübe para kazandırması gerektiğini söylediğinde çok şaşırmıştım. Adam resmen tüccar gibi düşünüyordu. Allahtan bizde futbol hâlâ yürekle oynanıyordu.

Fakat bizim de aynı yola girmemiz çok sürmedi. Bugün teknik direktör olmasa da başkan ve yöneticilerin en büyük başarılarından biri transferden para kazanmak, en düşük bütçeye stat yaptırmak, en büyük sponsorları bulup formaya en büyük logoyu bastırmak. Barcelona’nın reklam aldığı dünyada ne bekliyorduk değil mi? Bir işe ekonominin bulaşması, o işin sanayileşmesi kaçınılmaz gerçeğini de beraberinde getiriyor: Siyasallaşmak! Paranın olduğu yer siyasetsiz; siyasetin olduğu yer parasız olmuyor. Kaldı ki “toplumların afyonunu” kendi çıkarına kullanmanın da siyaset açısından akıllı bir yol olduğunu da kabul etmek lazım.

Fakat en acısı artık her şeye alışan bu bünyenin hiçbir şeye şaşırmaması. Tıpkı Arda’nın Başakşehir’e gelişi gibi. İçinde siyaset var, ekonomi var azıcık da futbol var. Ekonomi inşaat ile büyüyüyor, inşaatçı futbolcu getiriyor, futbolcu “milli değer” ilan ediliyor, Başakşehir’de inşaatlar yapılmaya devam ediliyor. İnsan şaşırmıyor ama inandığı değerler gözünün önünde bir bir değişirken içi acıyor. Başka tarafa bakmak istiyor, görmemek; kendi dünyasına kapanmak. O ilişki sarmalının hiç olmadığını varsaymak…

Artık klişe haline geldi, “son nesil” olmak. Stat önünde bilet kuyruğu bekleyen, bir gece önceden stat önünde yatan, camı kırık deplasman otobüsüne binen, telefonuna gol haberi SMS ile geldiğinde bu teknoloji karşısında şaşkınlıktan ölecek gibi olan, 13+1 Süper Toto’daki 0-1-2 basitliğini özleyen, bıyıklı ve göbekli futbolcuları gören, evde örülmüş yün takım atkısı ile maça giden, gündüz maçlarına gidip “gece oynansın” diye tezahürat yapan, gol atıp seyirciye koşan futbolcuyla selfie çekmeye değil sarılmaya çalışan, fririk esnasında canlı yayın yapmak yerine canlı canlı heyecanını yaşayan, gol olduğunda hikaye değil kendini yerler atan son nesiliz.

Ezcümle futbol nereye gider bilmiyorum. Ama bu son neslin kurduğu sofrada, muhabbetin en koyu yerinde Arda değil ama Gerard, Maldini, Seedorf, Pirlo, Henry, Del Piero, Nedved, Trezeguet, Lizarazu, Costacurta, Giggs konuşulacak ; Arda’nın gazeteci hırpalaması değil ama Zidane’ın attığı kafa sitemle anlatılacak. Baggio’un kaçırdığı penaltı, Maradona’nın beş Belçikalıyı ipe dizişi ve hatta Recep’in Malmö maçında attığı nefis gol gülümseyerek konuşulacak. Müjdat’ın bıyıkları, Tanju’nun golleri, Prekazi’nin frikikleri, Baba Hakkı’nın babalığı, Lefter’in centilmenliğinden dem vurulacak. Gidenlere kadeh kalkacak, nereden nereeeye denilip muhtemelen artık futbola küskün insanlar olunacak.