Nükleer enerji, temelde bir demokrasi sorunu, insan hakkı ihlali ve kuşakları ilgilendiren yapısıyla etik olmayan bir enerji türü. Bunun teknolojiyle bir ilgisi yok. Deprem olur, sel basar, tsunami dalgaları metreleri aşar, yer yarılır... Kim, hangi teknoloji karşı gelebilir ki doğaya?

Son sözü doğa söyler

FİLİZ YAVUZ *

Uzaya uydu fırlatmaya çalışan bir grup bilim insanı, dev ekranın önünde, belli ki büyük olan başarılarını alkışlıyorlar. Duruma son derece hâkimler. Sanırsınız Türkiye dünya-uydu-uzay üçgenindeki çalışmalarda ilk üçün içinde. Öyle bir hava. Uzmanların hepsi beyaz gömlekli. Soma kömür madenindeki katliamda üç gün üste aynı beyaz gömleği giyerek mağdur olan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a nispet yapar gibiler. “Bu beyazlığı hep nükleere borçluyuz Sayın Bakan’ım.”

Akkuyu Nükleer’in döndürmelere doyamadığı reklam filimi, “beyaz” gömlekle temizliğe yaptığı atıftan sonra çocukluğumuzun en kıymetli anılarının başrolündeki bisiklete de el atıyor. Reklam, nükleerin en az bisiklet kadar masum olduğu algısını yaratmaya çalışıyor ve bu algıyı, gülümseyen çocukları o bisikletlere bindirerek pekiştiriyor. Çocuklar mutluluklarını bisiklete, aslında nükleere borçlular! Kuvvetle muhtemel nükleer enerjinin “aydınlattığı” yollardan geçiyorlar ve sürüyorlar bisikleti “aydınlık” yarınlara doğru. Karanlıklar içinden bir ay gibi doğuyor adeta nükleer!

Sokaklarda gözümüze sokulan ve Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın kaldırttığı dev panolardaki reklamın da aynı etkiyi yaratmak için tasarlandığı belli. Hatta orda nükleer santral görseli dahi yok, sadece çocuklar ve bisiklet var. Halkı yanıltma taktikleri ve çocuk istismarı gırla her iki reklamda da. Demem o ki; bahsi geçen “Güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” aslında şöyle bir şey:

ATIK MESELESİ ÇÖZÜLEMEDİ
Nükleer enerji meselesindeki en önemli konulardan biri nükleer atıklar. Zira nükleer santrallar tarafından üretilen bu atıkların ne olacağını kimse bilmiyor. Dünya üzerinde sadece yüksek seviyeli radyoaktif atıkların miktarı 250 bin tonu aştı, ki bunlara bir de orta ve düşük seviyeli olanları ekleyince halimizi varın siz düşünün. Daha önemlisi de hâlâ bu nükleer atıkların nihai olarak depolanabileceği bir merkez yapılamadı. Çünkü böyle bir teknoloji daha bulunamadı. Almanya, tuz madenine nihai depolama alanı yapmak için yıllardır çalışıyor, henüz bir sonuç alabilmiş değil. ABD, nükleer atıklarını Yucca Dağı’na gömmek istedi, ancak kabarık maliyetinden dolayı proje askıya alındı. Türkiye’nin ise bırakın planladığı iki nükleer santraldan çıkacak atıkların nihai olarak depolanmasını zaten nükleer atık yönetmeliği bile yok.

Mesele o kadar çözümsüz ki; nükleer atıkları uzaya fırlatma ve okyanusa atma fikirleri bile tartışıldı. Tartışmalarsa atık sorununa çözüm bulundu, bulunacak havasında! Siz bakmayın bu havaya ve dahi atık meselesinin çok da önemli olmadığı yolundaki söylemlere. Bazı radyoaktif izotopların tamamen tehlikesiz hale gelmesi için tam 250 bin yıl geçmesi gerekiyor. Avrupalı nükleer karşıtlarının dediği gibi yani: Eğer Romalılar nükleer santral sahibi olsaydı, biz hâlâ onların atıklarının bekçiliğini yapıyor olacaktık.
    

MUM IŞIĞINDA NÜKLEER SANTRAL
Teorisyenlerin inkâr etmesine rağmen nükleer santrallar kazanın olmadığı durumlarda da etrafa rutin olarak düşük dozda radyasyon salıyor. Uzun süreli düşük doz radyasyona maruz kalmak ise en az kısa süreli yüksek doz radyasyona kalmak kadar tehlikeli. Uluslararası Nükleere Karşı Hekimler Birliği’nden (IPPNW) Dr. Alfred Körblein, 1998’de Almanya’daki nükleer santralların 5 kilometre çevresinde yaşan çocuklarda erken çocukluk çağı kanserlerinde yüzde 54’lük, lösemide ise yüzde 76’lık artış saptadı. Bu rutin radyasyon salımının üzerine bir de kaza olduğunu düşünün.

Memlekette pek çok şeyi sıfırlanabiliyor, malum. Ancak bizim memleket de dahil olmak üzere tüm dünyada nükleer kaza riski sıfırlanamıyor. Üstelik bunu eski başbakan yeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da kabul ediyor. Ama Erdoğan, bu riskin ısrarla milyonda 1 olduğunun üzerinde duruyor. Risk çok düşük, bir şey olmaz demeye getiriyor. Lakin durum pek de öyle değil. Bir kere nükleer kazalar için yapılan risk hesapları gerçeği yansıtmıyor, zira kazalar akla hayale gelmeyen nedenlerle oluyor. Bu akla hayale gelmeyen kaza nedenlerinden birini Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman’dan dinleyelim:  

“ABD’deki Brown Ferry Reaktörü’nün ‘acil durum kalp soğutma sistemi’, tıkır tıkır çalışmak üzere dizayn edilmişti. İnanıyorum ki, bir şey olsa tıkır tıkır da çalışacaktı. Ama reaktördeki bir arızayı, elindeki mum ışığıyla ararken, bir işçinin elektrik kablolarını, yanlışlıkla yakması sonucu, şaşılacak biçimde devre dışı kalıvermiştir! Hiçbir güvenlik hesabı böyle bir gelişmeyi dikkate almamıştır.”

Bu hesapların eksik olmasına rağmen Prof. Dr. Tolga Yarman, milyonda 1 olan kaza riskinin Çernobil ve Fukuşima’dan sonra 100 kat daha arttığını söylüyor. Kaldı ki risk oranı ne kadar düşük olursa olsun, bu riskin hemen yarın ve sizin yanı başınızda gerçekleşmeyeceğinin garantisini kim verebilir ki?

FUKUŞİMALI ÇOCUKLAR BİSİKLETSİZ
Kimse veremez. Zira çok değil 4 yıl önce, 11 Mart 2011’de deprem ve depremin tetiklediği tsunami, Japonya’nın o çok güvendiği yüksek güvenlik kültürünü yerle yeksan etti. 5 ila 7 metrelik tsunami dalgalarına göre yapılmış  reaktörlere gelen dalgaların yükseklikleri 14 metreye ulaşıyordu. Küsuratları hesaplamaya muktedir mühendisler aradaki bu dev farkı hesaplayamamışlardı işte. Reaktöre giren su, yedek güç ünitelerini kullanılmaz hale getirince, yani geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin yaşadığı gibi elektrikler kesilince, olanlar oldu. Reaksiyonların devam ettiği reaktörler soğutulamadı ve patlamayı, çekirdek erimeleri ve sızıntılar izledi. Derhal santralın 20 kilometrelik çevresi yasak bölge ilan edildi. Bu bölge devlet eliyle boşaltıldı ve burada yaşayanlara tazminat ödendi. Ancak bu halkanın dışında kalanlar kendi imkânlarıyla bölgeyi terk etti ve devlet onlarla ilgilenmedi bile. 120 ile 160 bin kişi zorunlu göçü tattı. Gittikleri yeni yerlerde ayrımcılığa maruz kaldılar, “radyasyon bulaşır” korkusuyla kimse onlara yaklaşmak istemedi. Bu durum özellikle çocukları etkiledi. Fukuşimalı çocuklar, Akkuyu Nükleer’in reklamındaki gibi gülümseyerek bisiklete binmek şöyle dursun, yaşıtları tarafından oyuna dahi alınmadılar. Çocuklarda tiroit anomalilerinde ise artış görüldüğünü ve bu çocukların sağlıklarının tehdit altında olduğunu hiç saymıyorum bile.

Santrala 60 kilometre mesafedeki pirinç tarlalarında ve 140 kilometre uzaklıktaki çiftliklerde radyasyona rastlandı. Bu çiftliklerdeki radyasyonlu samanlarla beslenen sığırların etlerinde de radyasyon çıktı. Hükümetin reddetmesine rağmen ilk üç yıl boyunca her gün okyanusa 400 ton radyoaktif su döküldü. Fukuşima’dan okyanusa sızan radyasyon Kanada kıyılarına kadar ulaştı. Toprağı temizlemek şöyle dursun santral alanındaki 22 milyon ton radyasyonlu molozun ancak yarısı kaldırılabildi. Şirket, yüksek radyasyon nedeniyle çalıştıracak işçi dahi bulamaz hale geldiğinden radyasyon temizleme çalışmaları için evsizleri karın tokluğuna işe aldı.

Gazeteci Toshiya Morita’ya göre her ne kadar gizlense de radyasyondan dolayı şimdiye dek bölgeyi terk ederek gittikleri yerde ölenler de dahil olmak üzere en az 1700 kişi yaşamını yitirdi.

TÜRKİYE NÜKLEER İSTEMİYOR
Türkiye’nin ise Fukuşima nükleer felaketini halen kontrol altına alamamış olan Japonya ile Sinop’a nükleer santral kurmak için imzaladığı hükümetlerarası anlaşma geçtiğimiz günlerde yürürlüğe girdi. Kimse halka düşüncelerini sormadı. Eğer sormuş olsalardı Türkiye’nin en az yüzde 60’ının nükleer santral istemediğini göreceklerdi. Zira Fukuşima Nükleer Felaketi’nden hemen sonra, Nisan 2011’de Greenpeace’in Türkiye genelinde yaptırdığı ankete göre katılımcıların yüzde 64’ü nükleer santrallarla ilgili olası bir halk oylamasında “hayır” diyeceğini, yüzde 86,4’ü nükleer santrala yakın bir yerde yaşamak istemediğini söylemişti. Haziran 2011’de ise İngiltere’nin önde gelen Uluslararası Pazarlama ve Kamuoyu araştırma şirketi Ipsos, Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranını yüzde 80 olarak açıklamıştı. Aradan iki yıl geçtikten sonra Mayıs 2013’te bu kez de KONDA’nın yaptığı ankete göre “Riskli olduğunu açıkça bile bile nükleer santral kesinlikle yapılmamalıdır” diyenlerin oranı yüzde 63.4 idi.

Hükümet bu tabloyu dikkate almak yerine nükleer karşıtlarını görmezden gelmeyi tercih etti. Endişelerin dillendirildiği her seferde konuyu ustaca istihdam, dışa bağımlılık ve nükleerin ucuz olduğu argümanlarına getirerek tartışmanın eksenini kaydırdı. Rıza üretimine soyunarak nükleer enerjinin gerekliliğinden dem vurdu. Üstü kapalı bir biçimde yapılan nükleer silah atıflarıyla büyük ülke olmanın yolunun nükleerden geçtiği yinelendi. Yurttaşlara kalan ise nükleer siyasi bir mesele olduğu halde “bu teknik bir meseleymiş, biz pek anlamazmışız” kabullenişi ile özellikle yerellerde “ne desek, ne yapsak boş. Kimse bizi dinlemiyor” kırgınlığı oldu. Kırgınlık sıklıkla yerini “Daha yaşadığı elektrik kesintisinin nedenini bile bulamayan bir ülke nasıl nükleer santral sahibi olmayı düşünebilir?” öfkesine bıraktı. Ama haklı bir öfke eşliğindeki bu kritik tespit, Türkiye şıp diye elektrik kesintisinin nedenini bulabilseydi ya da Türkiye çok çok ileri bir teknolojiye sahip olsaydı nükleere karşı çıkılmayacağı anlamına gelmesin. Elbette karşı çıkılacaktı. Zira nükleer enerji, temelde bir demokrasi sorunu, insan hakkı ihlali ve kuşakları ilgilendiren yapısıyla etik olmayan bir enerji türü. Bunun teknolojiyle bir ilgisi yok. Deprem olur, sel basar, tsunami dalgaları metreleri aşar, yer yarılır... Kim, hangi teknoloji karşı gelebilir ki doğaya? Sinop’un ilk nükleer karşıtlarından olan Hale Oğuz’un dediği gibi son sözü her zaman doğa söyler.

***

“Radyasyonlu çay daha lezzetlidir”


Haftaya bugün, 28. yıldönümünü anacağımız Çernobil nükleer felaketi Türkiye’de çok hafife alındı. O kadar ki; dönemin sanayi ve ticaret bakanı Cahit Aral, radyasyonun olmadığını ispatlamak için “Dinine, imanına inanan radyasyon var demek” diyerek kameraların karşısında çay içti. Bir süre sonra önceden söylemiş olduğunun aksini söylemek bizde devlet geleneği olsa gerek, Aral da 6 ay sonra radyasyonun varlığını kabul etti ama bu kez de radyasyonun tehlikesiz olduğunu iddia etti. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, bakanına “Radyasyonlu çay daha lezzetlidir” diyerek destek verdi. Başka ülkeler radyasyonun bulaşma ihtimaline karşın o yılki mahsullerini uygun koşullarda imha ederken Türkiye radyasyonlu çayları temiz çaylarla harmanlayarak piyasaya sürdü. Nihayetinde o çayların imhasına karar verildi, lakin bu kez de radyasyonu doğadan izole etmek için hiç bir önlem alınmadan çaylar çuvallarla toprağa gömüldü. Çernobil’in etkilerini izlemek üzere kanser istatistiği tutmaya bile gerek görülmedi. Ve kazanın üzerinden onlarca yıl geçmişken Karadeniz’de bize Çernobil’den miras şu cümle kaldı: “Bizim ailede en az bir kişi kanserden öldü.”

* Gazeteci / Beni “Akkuyu”larda Merdivensiz Bıraktın: Türkiye’nin Nükleerle İmtihanı kitabının yazarı