Okullar açıldı, trafik arttı, şehir küçüldü. Özlenmiş sonbahar rüzgârıyla kendini gösterdi. Sonbaharı özlemeyenler de vardır kesin, gökyüzünün o griliği, insanın içini karartabilir. Gri, solmuşluğun sınırında yer alan bir renk olduğu için belki. Cesare Pavese, ‘Yaşama Uğraşı’nda sonbahar hakkında şöyle yazar: “En ılıman, dingin ve yumuşak mevsim, güz, bir öncekinin yerini alır ve korku dolu irkiltilerle, gün üzerindeki büyük karanlık fırtınalarla, çevrintiler ve yaprak kıyımlarıyla gelip yerleşir -bunlar da bize olgunluğun ne büyük şiddete mal olduğunu gösterir.”

Dökülen yaprakları, olgunluğun büyük şiddeti olarak tarif eden Pavese hakkında düşünürken, Borgna’nın ‘Melankoli’ kitabında yer alan Hegel’in delirmemek için felsefeye yöneldiğine dair sözlerini hatırladım. Hegel, mektuplarından birinde hipokondri rahatsızlığından bahsederken şöyle yazmış: “Bu hipokondriden, birkaç sene boyunca, takatsiz kalana dek çekmişligim var. Elbette ki her insan kendi hayatında böylesi bir dönüm noktasından, kendi doğasının yoğunlaştığı karanlık noktadan geçmiştir, bundan geçmelidir de, öyle ki içi rahat etsin ve kendinden, alışıldık ve gündelik hayatından emin olsun ve olur da alışıldık ve gündelik hayattan tatmin olmayacak noktaya gelmişse, daha asil içsel bir bilincin varlığından emin olsun.”

Hegel de, Pavese gibi, olgunlaşmanın büyük bir şiddetle gerçekleşeceğinden, sonrasının dinginlik getireceğinden emin. Psikoterapide de sarsılmadan, dağılmadan, Melanie Klein’ın bahsettiği ‘depresif konuma’ ulaşmadan iyi-oluş mümkün olmuyordu. Hasan Hüseyin, ‘Akarsuya Bırakılan Mektup’ şiirinde yaz mevsimini çocukluğa benzeterek sonbaharı büyüme olarak dile getirmişti: “Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz…”

Susarak bir şeyler demenin mevsimi sonbahar… Sait Faik ise ‘Son Kuşlar’ öyküsünde, sonbaharı depresif olmakla bağdaştırmaz: “Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu, anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.” Ama Sait Faik’in sözlerinde bir olgunluk hali yok mu, sulh dediği huzur değil mi, anlaşmış, sevişmiş, doymuş…

Peki ama can sıkıntısını ne yapacağız, bütün o grilik, doymuşluk, peşinden can sıkıntısını getirmez mi? Yağmur bulutlarına bakarken neden sıkılır ki insanın içi? Yağmur, bende tam tersi bir coşkunluk hali yaratır, çocuklaşırım. Benim gibi hissedenlerin az olmadığını da biliyorum. Ama Kierkegaard, bütün o grilikten doğan can sıkıntısını korkunç bir şey olarak tanımlar, “Gördüğüm tek şey boşluk, yaşadığım tek şey boşluk, hareket ettiğim tek şey boşluk” diyerek… Ama neden boşluk? Borgna’nın ‘Melankoli’ kitabında yer alan alıntıda Giacomo Leopardi, can sıkıntısını, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları dolduran hava olarak tanımlar, ama ilginç olan bu kayıtsızlık ve tutkusuzluk halini de bir tutku olarak düşünür. Adam Phillips de can sıkıntısının tutkulu doğasına dikkat çekiyordu, bilinmeze doğru yönelten cesaret verici bir güç oluşundan bahsederken, sonra da şu tespiti yapıyordu: “İnsanın, cazip bir hayat sürmediğini fark etmeye başlayınca yetişkinliğe adım attığını söyleyebiliriz.” Hegel’in, Pavese’in sözleriyle de uyumlu bir tespit. Belki de sonbahar, ruhu fantezilerden arındırıp, bütün o kendini kandırma çabalarını, ağaçların yapraklarını döktüğü gibi döktüğü için…