Eylül’ü ve sonbaharı severim. Doğanın hem dingin hem hüzünlü hali, sessizce dökülen yapraklar, renk değiştiren ağaçlar...

Eylül’ü ve sonbaharı severim. Doğanın hem dingin hem hüzünlü hali, sessizce dökülen yapraklar, renk değiştiren ağaçlar, hafif esen rüzgar hem yaşamın güzelliğini hem de sonlu oluşunu hatırlatır bana. Ama bu öyle bir “son” ki, bitmiyor; bugünü yarına ve daha da ötelere bağlayan bir devamlılığı var. Bu devri daime bakıp da, uçsuz bucaksız yaşamda kendi kısacık varlığının hüznünü duymamak da mümkün değil.   

Geçen haftaki Cumhuriyet Kitap’ta felsefeci ve yazar M. Akif Tutumlu ile yapılmış söyleşiyi okuyunca, hüznümün adını buldum.  “Hüzünlü Öğretiler-Felsefi Aforizmalar” başlığını taşıyan kitabı nedeniyle yapılan söyleşide Tutumlu, şiir ve felsefe, şair ve düşünür arasında anlamlı kıyaslamalar yaparken, söyleşinin bir yerinde başka bir yazardan alıntı yaparak, “sonluğun hüznü” diye adlandırılabilecek “mayalanmış bir hüzünden” söz ediyor, bunun Doğu veya Batı gibi şu veya bu kültüre, şu veya bu insana ait olmaktan öte ontolojik bir durum olduğunu söylüyordu.  Varlığımızda ontolojik bir hüzün bulunması... Güzel.

Bilmediğimiz bir şey değil sonlu olmak. Yaşamın geçiciliği üzerine hepimizin söylediği bir şeyler de vardır. Yine de çok zaman bilinç gerisine iteriz bizim için de bir gün sonun geleceğini. Kimi inanca sığınarak, kimi dünya gailelerine dalarak, kimi yaşamına anlam katacak bir şeyler yapmaya çalışarak veya yaptığını sanarak, bir biçimde baş etmeye çalışırız sonlu olma duygusuyla.

Sonun kaçınılmazlığı değil; ama sonlu olmanın beynimizde gömülü oluşu, her bir hücremizce bilinişi ve bundan kaçamayışımızın getirdiği hüzün var ya, o başka bir şey. Var olmanın bilincini duyan herkesin sonlu olmanın “hüznü” nden de kaçamayışı. Aslında hoş ve unutmak yerine hatırlanması gereken bir şey gibi geliyor bana. Derinlere gömmek yerine yüze çıkarsak, bu duygunun içinde büyük yaşama dair çok şey barındırdığını da, varlığı ve yokluğu olduğu gibi beni bize bağlayan bir “ortaklık” olduğunu da anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Biliyorum, yaşam bencildir, insan da; öyle de olması gerek. Bencillik varolmanın bir gereği; bundan tümüyle kaçmak da düşünülemez. Ama “büyük yaşam”, evrendeki biricikliğimiz ve hiçliğimizi birlikte var ediyor; buradaki varlığımız yarınki yokluk olmadan mümkün değil. Bu nedenle varlık ve  yokluğu birarada düşünmeyi ve duymayı başarabilmek zor olsa da, anlamlı. Bilmem ki,  sonun kaçınılmazlığı gibi sonluğun hüznünün de daha çok farkında olsak yaşama da, birbirimize de, ortak yazgımıza da daha bir anlam vermeyi başarabilir miyiz?

Bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Ama bugün teknolojinin de, bilimin de, dünyadaki egemen anlayışın da “insan yaşamı” üzerine kurulduğunu biliyorum . Şimdilerde de yaşlılık yenilmeye, ömür uzatılmaya çalışılıyor. 150 yıl yaşanabilirmiş! Çevredeki doğadan sonra biyolojik doğa da yenilecek! Aman ne güzel! Uzun yaşanacak, ama dünyadaki yaşama ve öteki insanlara neler olduğuna aldırılmayacak. Ne yani; bugüne dek gerçekleştirdiği ve hala sürdürdüğü vahşeti hatırlarsak, “insana yakışır” mı demeliyiz?

Oysa insanla başlayan ve sonlanan değil, insanın yalnızca halkalarından biri olduğu büyük yaşamın bir parçası olduğumuz ortada. Ve yaşamın anlamı üzerine konuşulurken söylenebilecek şeylerden biri de, kısacık yaşamamızın “büyük yaşama” katkı sağlamakla bir anlam kazandığı olabilir. Bunu bilmek ve çoğaltmak yerine, geçiciliğine aldırmayan, sonluğu da, hüznü de unutan insanın kendi bencilliğinde boğulacak bir yaşamı üretmesinden korkarım.

Evet, insan için “benin ve biricikliğin” peşine düşülmesi bugün çok daha kolay. Teknoloji, bilim, piyasa, yaşam koşulları, hepsi insanı çevresinden ve diğerlerinden soyutlayan olanakları sunmak için birbiriyle yarışmakta. Ama sunulanların çoğunun, yaşamın bütününe ve insanınkine anlam katmaktan çok, ne varsa daha fazla tüketmek anlamına geldiğini de görmemek mümkün değil.

“Carpe diem”ciler bir yanda, paraya ve iktidara doymayanlar öte yanda, maceralara doymayanlar, bir ömre birkaç ömür sığdırmaya çalışanlar beri tarafta olmak üzere birçoğu ne hüznün gölgesi üzerine düşsün, ne de soru sorup kaygılansın istiyor. Hüzünden kaçıyor, ama ne yazık ki, büyük/küçük birçok acının pençesinde yaşamaktan da, yaşatmaktan da kaçınamıyor.

Bunun karşısında sonluğun hüznünden medet umulur mu; bilemiyorum. Ama dinlerin bile, sonlu olmayı, geçiciliği hatırlatmaktan çok güçlenmek için sırtlarını dünya nimetlerinin paylaşılmasına dayama gereğini duyduklarını gördükçe, bir şeylerin sonu ve geçiciliği bize hatırlatmasına ihtiyaç var diye düşünüyorum.

Bakın, İslam’ın da “gökten” yere inme hızı arttı; bir bakıma iyi bir şey. Klise’nin resimden mimariye, bilimden sanata yaptığı katkıları hatırlarsak, darısı İslam’ın da başına diyebiliriz. Ama inançlar dünyevileşir ve siyasetin içinde büyürken, nasıl düzenin emrine girdikleri ve ne kadar acımazsızlaştıklarını gösteren çok örnek de var dinler tarihinde. Dünyevileşme, insanın insana ve insanlığa, onun da yeryüzüne olan bağlarını kavrama gücünü arttırmıyor dinlerin; hak ve adalet arayan insanlar için umutların artması anlamına gelmediği gibi.

Özetle, hemen herşey insanın ötekiyle, yeryüzü ve evrenle olan o “büyülü bağlantısını” terkederken, yaşamın bütünü ile insan yaşamı arasındaki ayrılmaz bağları nerede aramalı? Ya da insan, benliğini ve bencilliğini durmadan çoğaltmaktan başka bir şeyi umursamaz hale gelirken, yaşamın bütününe ve birbirimize olan sorumluluğumuzu nereden sormalı?

Sonluğun hüznü bu sorulara yanıt veremiyor kuşkusuz; ama soruları akla düşürmesi bile önemli. Ben de bunları paylaşayım istedim. Belki duygular gibi, sorular da birilerine bulaşır ve çoğalırlar.

Nesrin Kültür Kiraz’dan bir haiku ile bitireyim:

“üzgün martı

kanadımı çırpmam

 dedi,

yoksa incinirmiş gök.”