Tahtalardan yaptığı kayıkla denize açılmaya kalkan Hamza, feci şekilde can vermiş. Nereliydi bilmiyorduk. Adını bile sormamıştık ki onu soralım. Hamza’ydı işte. Hasköylüydü

Sonra, Güliz gitti

> SİNEM SAL @sinemsal

Hamza, “Ben balık olmak istiyorum,” dediğinde ciddi olduğunu bilmiyorduk. Neredeyse hiç konuşmazdı. Saatlerce içerdik. Masadaki herkes dertlerini dökerdi. Hamza, masanın kenarında oturur ve hep gülümserdi. Bir şeye ağlanacaksa, ilk o ağlardı. Hamza’nın hiç konuşmazken bile bizi dinlediğini buradan anlardık.

Hasköy’de haftanın en az iki akşamı oturup içtiğimiz bir meyhanede toplanmıştık. Gömleğimizin yakası en az üç düğme açıktı. Yaz, ciğerimizden işlemeye niyetliydi. Hepimizin derdi aynıydı. Sırf bu sebepten her akşam sadece bir adam ağzını açıp dert yansa, içimizdeki yağlar erirdi. Yumruklarımızı sıkıp iyi bir küfrettiğimizde hepimiz rahat bir nefes alırdık. Aynı masada içen insanlar, aynı takımın futbolcuları gibiydi, biri gol attı mı, siz de atmışsınız sayılırdı.
Meyhane’deki ocağın tam önüne oturmuştuk. Her zamanki gibi. İnsanlar, kokusuydu, yağıydı derken, bu masayı istemezlerdi. Meyhaneci Arif de biz o masaya oturunca üç mezeyi bedavaya verirdi. Ocakta pişen biberlerin dumanı üstüme vuruyordu. Masada, adeta az sonra sahneye Erol Büyükburç çıkacakmış gibi bir hava vardı ama radyoda çalan, acılı sözleriyle annelerimizi üzen şarkılar gerekli efkar zeminini hazırlıyordu.

Meyhanenin ahşap kapısı açıldı. Hepimiz sıcaktan, buhar olmak üzereydik. Kapıyı açtığında mahalleye ses çıkıyordu. Yapışkan tuzağa ayak basmış fareler gibiydik. Ciyak ciyak bağırıyorduk hepimiz “Kurtarın bizi buradan!” diye. Çıkamıyorduk da. Çıktığımızda dünyaya yeniden ayak uydurmaktan korkuyorduk. Ayaklarımız yapışkan tuzağa değmişti bir kere. Artık düz zeminde yürüsek de bize her yer tuzaktı. Neyse.

Hamza, kapıyı açtığında içeri dolan temiz hava boğazlarımızı temizlemişti. Ocaktan gelen duman yatıştıkça, Hamza’ya dikkat kesilmeye başlamıştık. Boynunda yeşil, üstünde çiçekler olan bir eşarp vardı. Gömleğinin açıkta bıraktığı göğüs kıllarının üstünde sanki çiçekler açmıştı. Masaya oturdu. Sessizce, olanı anlamaya çalışıyorduk. Meyhaneci Arif’in küçük, esmer oğlu ince elleriyle iki bardak daha koydu masaya. Yan gözle Hamza’nın boynundaki eşarba bakıp güldü.

Gözlerimiz “Bir derdin mi var kardeş?”, “Hayrola?”, “Ne iş hacı?”, “Oğlum, iyi misin?”, “Ne la bu?” gibi sorular yöneltiyordu Hamza’nın masaya dönük suratına. Nihayet kaldırmıştı başını. “Ben balık olmak istiyorum,” demişti. Belki beş saniye, masadan ses çıkmamıştı. Sonra tüm meyhane gülmüştük. Zeki Müren çalıyordu. Biz gülüyorduk. Hamza, gülmüyordu.

Tam yanımda Hasan oturuyordu. Göbekli Hasan… göbeğiyle bacağı arasındaki mesafe giderek kapansa da oraya darbukayı sıkıştırmayı başaran Hasan. Sokakta bağıra bağıra şarkı söylerdi. Kalın sesiyle, bıyıklarının arasından “Hadi,” dedi “bu gece sen anlat Hamza.”

“Adım Hamza değil. “ diye söze başladı Hamza. Aramızdaki iplere bir makas attı sanki. Kopmadı ama inceldi. “Adım Hamza değil…”

Cüzdanımı açıp masanın altından paramı saydım. Ocağa doğru dönüp bir küçük istedim. Bütün ışıklar Hamza’nın çelimsiz suratının üstündeydi. İlk kez bakıyordum sanki. Sesini önceden hiç duymamış gibi, bazı harfleri söyleyemediğini hiç fark etmemiş gibi onu dinliyorduk. Yüzü yine gülümsüyordu. “Ben,” dedi “kaptandım. Sefere çıktığımız günlerden birinde buraya uğradık. Birkaç gün karada kalacaktık. Karaköy’e geldim. Gençtim. Hayat, benim için pamukta tutulmuş fasulye gibiydi. Türkçe bilmiyordum. Sık sık gelip gitmeme rağmen, bu dili öğrenmeme bir sebep yoktu. Güliz’i tanıyana kadar. İki gün içinde oldu ne olduysa. Âşık oldum. Evlendik. On yıl evliydik.”
ustu. Susabilirdi. Çünkü zaten şimdiye kadar hiç konuşmamıştı. Kimse onunla nasıl tanıştığımızı, hatta adını nasıl öğrendiğimizi bile hatırlamıyordu. Çok zengin bir ailenin çocuğu olduğu, ailesi ölünce parayı elinde tutamadığı filan konuşulurdu. Umurumuzda değildi. “Sonra?” dedi Hasan.

“Sonra Güliz, gitti.” dedi. Hasan, yavaş şeylerin adamı değildi. Darbuka çalardı. “Nereye gitti oğlum?” dedi. Hamza, gülümsedi. Yüzündeki kırışıklıklar derinleşti. Boynundaki eşarbın çiçeklerinin bir dökülmediği kaldı. “Sonra Güliz, gitti.” dedi. Cebindeki parayı çıkarıp masanın üstüne koydu. Kapıdan çıktı Hamza. Bir gün sonra haberi geldi.
Tahtalardan yaptığı kayıkla denize açılmaya kalkan Hamza, feci şekilde can vermiş. Nereliydi bilmiyorduk. Adını bile sormamıştık ki onu soralım. Hamza’ydı işte. Hasköylüydü. Bize göre yani. Yaz boyu topladığı tahtalardan yaptığı kayıkla ülkesine dönecekti. Olmadı. Hasan, akşam gazeteyi koltuğunun altına koyup gelmişti. Masanın üstünde çarşaf gibi açmıştı Hamza’nın gülen yüzünü.

Arif, ocağın hemen yanına çerçeveletip koydu Hamza’nın gazetedeki fotoğrafını. Hasan, Hamza’nın açık göğsüne, Güliz’in eşarbını çizmişti. Hava serinlemişti. Denize yanlış bir cemre düşmüştü. Yaz aniden bitmişti. Ocaktan taşan duman gözlerimizi dolduruyordu. Ağlamıyorduk. Arif’in oğlu ince elleriyle masaya meze taşıyordu. Elimdeki adisyonun arkasına çiçekler çiziyordum. Adisyonu elimden alıp mezeleri eklerken, çiçekleri gördü oğlan. Küçüktü. Her şeyi o anlamıştı. Yol boyunca, kulağımdan gitmeyen sesiyle, sordu:

“Hamza, balık oldu değil mi?”