Güzelliklerin ve güzel yaşamanın da hayatta, bazen kırılma anları vardır, oluyor da. Sanırım bizdeki kırılma anı, Ankara’yı, Ahmet Erhan’ı ete kemiğe büründüren, her anında yanında taşıyacağı şehrini bırakıp İstanbul’a gitmesiydi

Sonra kuşlar gitti, anladım dünya yorgun...

AHMET DENİZ

Kerim Akbaş ve Kaan Koç kardeşlerime… Özlem ve sevgiyle sarılarak…

Üç yıl öncesi ağustos ayını hatırlamaktan ziyade, her zaman ağustos ayı bir hüzün, yok oluş, ve kayboluş ayları oldu benim için. Kış zamanlarında taşıdığım mutluluk, sıcaklık ve içtenliği bulamadım gitti şu ağustos ayında. Nereye baksam, bir yalnızlık, solo ya da senfoni biçimini alıyor sokaklarda. İnsanlar yorgun, sessiz; sokaklar boş ve anlamsız bakışlar atıyor Ankara’da…
Hâlbuki, çok değil birkaç yıl öncesinin Ankara’sındaki Kızılay sokaklarına bakmak, orada bir salınıp yürüyüş yapmak ne güzel olurdu kim bilir. O eski ve gri Ankara’da, Kızılay sokaklarındaki o ‘derin’ tartışmaların kulağınıza gelmesini dün gibi hatırlıyorum; böylelikle ne eskilik, ne de grilik hükmünü/meşruiyetini elinde tutabiliyordu. Ya masadasınızdır ya da yan masalardan ‘tanıdık’ simaların konuştuklarına mutlaka kulak misafiri oluyorsunuzdur. Hatta bazen katılıp o güzelim, hiçbir şeye değişilmeyen sohbetlerin içinde kendinizi kaybedebilirdiniz. Diyeceğim, hayatın o klişesi, ya içindesinizdir hayatın, ya da dışındasınızdır mottosu, Ankara’nın Kızılay’ını kapsamamaktaydı.

Kızılay’ın bu ‘koyu’ sohbetlerinin konusu olan bir isim de, şüphesiz Büyük Ekspres’in müdavimi, Mülkiyeliler Birliği’nin şairi, ‘Bak Hele!’ seslenişinin en çok yakıştığı, güzel gülüşlü Ahmet Erhan, yani babamdı(r). Sohbete oturduğunuz zaman sizi dikkatli gözlerle dinleyen, arada ‘bıyıkaltı’ gülüşler atan, güzel sesiyle ortamdaki türkülere eşlik eden, sadece edebiyat ve şiir de konuşmayan üstelik, mizahtan futbola ve siyasetten ülke gündemine kadar her konuyu konuşabileceğiniz bir isim olarak o samimi tebessüm hâliyle duruyor karşınızda sizin konuştuğunuz zaman, elinde duran içkisiyle. Meraklı gözlerle bakıyor ve sesindeki ‘Akdeniz’ ezgisi teninizden girip ruhunuzu sarıp sarmalıyor.

Konuştuğu her konudaki rengi dünyaya bedel, kuşkusuz, ancak edebiyat ve şiir dışındaki bir konuda, daha bir canlı renge bürünüyor onunla konuşmak: Futbol. Belki de Ahmet Erhan ve Futbol ilişkisi nedir diye kısaca sorduğunuz zaman, vereceğim en iyi yanıt, ‘Galatasaray Bakışlı’ olmasıdır. Hakikaten de benim Galatasaray Bakışlım’dır kendisi, bunda herhangi bir abartı ya da mecaz yoktur da. Ne zaman futbol konusu konuşulagelse, gözlerindeki o sarı – kırmızı bakışların nasıl alevlendiğini hemen farkediverirsiniz. “Sadece Galatasaray mı futboldan bahsettiğin canım sen de?” diye soran ve dudak büken bakışlarınızı, ses tonunuzu ve yüz ifadelerinizi tahmin ediyor ve hissediyorum. Koyu bir Inter taraftarı kendisi Galatasaray sonrasında; İspanya’da Barcelona sempatisini kazandı; Fransa’da da tabii ki Saint – Etienne. Hiç anlaşamadığımız konular da, genelde Avrupa futbolu oldu, Türkiye futbolundan da öte. Benimki nedir desem, hemen hemen bunların tam tersiydi diyebilirim. Peki ortaklaştığınız ya da paylaştığınız bir takım var mıydı diye soranlara da cevaplamayı bir borç bilirim: Adana Demirspor. Belki de tek ortak takımımızdı Adana Demir. Bu sene onları görmeyi çok istedim Süper Lig’de, ama kısmet olmadı. Sabrımızı önümüzdeki seneye transfer ettik biz de.

Güzelliklerin ve güzel yaşamanın da hayatta, bazen kırılma anları vardır, oluyor da. Sanırım bizdeki kırılma anı, Ankara’yı, Ahmet Erhan’ı ete kemiğe büründüren, her anında yanında taşıyacağı şehrini bırakıp İstanbul’a gitmesiydi. Bir şey diyemedim, ama sanırım benim içimdeki Ankara kopmasını da başlatan bir karar olmuştu bu, kendi fiziken kopmuştu, ben de ruhen kopmuştum Ankara’dan. Kararından bir süre sonra oturup konuşmamızda sitemkâr sesime, yine Akdeniz ezgisiyle ve sarı-kırmızı bakışlarıyla, “Öyle olması gerekti. Artık benim çevrem İstanbul’da. Hem buradayken kasetten dinlediğim Hüsnü Ağbin (Arkan), artık karşısında canlı kanlı dinlerim.” diye yanıtladı tebessümü eksik etmeden, ama anlayarak. Her ne kadar tebessüm ederek bana o anda baksa da, anladım ki, Ankara artık ağır gelmişti 80 Sonrası Kuşağın parmakla gösterilir şairine. Bakışlarından o anda yakalamıştım nedensiz. Belki de o anlamamı isteyerek öyle de bakmıştı. Düşünüyorum bunu kesintisiz bir biçimde hâlâ. Bir süre sonra ben gittiğimde yanına, Hüsnü Ağbi’yi ve Ezginin Günlüğü’nü canlı dinlemiştik. Kah şarkı vasıtasıyla kah masadaki sohbetimizle…

Ne kadar İstanbullu oldum dese de, Ankara, ona her zaman bir anlam ve güzellik kattı. Ankara onunla güzeldi, o da Ankara ile. Ankara’ya uyuması da bunun en güzel kanıtı. Bir ağustos ayının kavurucu sıcağında gözyaşlarımız değil tenimizi, ruhumuzu yaktı. Hiçbir şey söyleyemeden, sadece gözlerle anlaştık bir süre eşle, dostla. Sonrası mı? Sonra kuşlar gitti, anladık ki Dünya yoruldu, yorgun… Sesine muhtaç, muhabbetine hasret bir Ankara mirasını aldık ve yüklendik, yine eşle, dostla tabii ki…