Her roman otobiyografik bir yan taşır mı? Bir insanın, yazmaya değer bulduğu bir hikâyesinin olması, başlı başına önemli değil mi? Şair Eileen Myles’ın otobiyografik nitelikli “Cehennem” adlı romanını, New York’un bohem çevrelerinde bir şairin nasıl yaşadığını, nasıl hissettiğini, neler düşündüğünü merak ederek okuyordum. Bir lezbiyen olarak cinselliğe yaklaşımı, şiir ve hayat arasında kurduğu bağlar, sanat üzerine tartıştığı konular dikkatimi çekmişti. Ama asıl, yazarın kendi hikâyesini bütün çıplaklığıyla anlatışındaki cesaret ilgimi çekmişti. Muhtemelen, hikâyesine yargılayıcı bir tutumla yaklaşılması, Eileen Myles’ı rahatsız ederdi, ama kendisi farkında olmadan başkalarına yapıyordu bunu romanında, diğer pek çok yazar gibi. Ben de böyle bir tespitle onu yargılamış mı oluyordum?

Psikoterapide yargılayıcı olmadan, anlatılan hikâyeyi dinlemek önemliydi. Ama gerçekte böyle miydi? Anlatılan hikâyedeki motifler, bir yöntem çerçevesinde yorumlanmıyor muydu o kişiyle birlikte? Adam Phillips’in bu meseleyi kendine dert edindiğini biliyorum. Ona göre psikoterapi, insanı iyileştirme amacı taşıdığı için ister istemez insanın hayat hikâyesini araçsallaştırmak zorunda kalıyordu. Anlatılan hikâyeyi, sorunun nedenlerini bulmak için tarayarak düşünen bir psikoterapistin zihninde de, mutlaka bir referans hayat hikâyesi olmalıydı, her şeyin sağlıklı yaşandığı. Adam Phillips’in merak ettiği, örneğin dünyadaki herkesi Lacan iyileştirmiş olsaydı, dünya nasıl bir yer olurdu sorusunun yanıtıydı? Peki ya Melanie Klein ya da Winnicott iyileştirseydi, Lacan’ın dünyasından farklı mı olurdu? Örneğin, Klein tarzında iyi bir hayat hikâyesinde amaç ve doyum, intikama bağlı olmayacaktır. İç huzurunu yakalamış, ruhsal enerjisini daha üretken kullanan, hayattan daha dolaysız zevk alan bir insanlık…

Adam Phillips, örnek alınacak bir hayat tasavvuru fikrinden kaçılamayacağı görüşünde. Psikanaliz ve psikoterapi ekolleri, ister istemez bu türden bir kurumsallaştırılmış “iyi hayat” hikâyelerine ihtiyaç duyuyor. Aynı ihtiyaç, roman okuma ihtiyacında da kendini gösterir. Siyaset de bu türden bir “iyi hayat hikâyesi” kurma çabalarının olduğu alan değil mi kendi başına? Fransız psikanalist J. B. Pontalis’in sözlerini düşününce, bu meselenin zorluğu da ortaya çıkar: “İnsan bir otobiyografi yazmamalı, on tane, yüz tane yazmalı; zira bir hayatımız vardır sadece, ama o hayatı sayısız değişik biçimde anlatırız ken­dimize.”

Mutlak bir “iyi hayat hikâyesi” yok, çünkü hayatı yaşamakla onu anlatmak, rüya görmekle onu anlatmak arasındaki farka benzer. Psikoterapistin ne düşündüğünden çok, hikâyesini anlatan kişinin o hikâyeden ne anladığı ve onunla ne yapmak istediğiydi önemli olan. İnsan söz konusu olunca, kendisini gerçekleştirmenin sonsuz yolu, sonsuz hikâyesi vardı. Psikoterapist, o yolda bir eşlikçiydi sadece.

Eileen Myles, romanda kendi cennetini, yani iyileşmesini şöyle tarif ediyordu: “Her şey gerçekti. Özgürdüm, şimdi azizlerin ve bilgelerin dünyayı nasıl görebildiğini görebiliyordum. Her şey sahteydi, yanlıştı. Yalnızca benim çarpan kalbim ve dikte ettiği kelimeler dünyanın altı oyulan sahteliğine karşı denge kurabilirdi.”

Sahte ilan ettiği dünyanın karşısında sadece kendisini ve sözcüklerini gerçek kabul eden biri, pek çok kişiye sağlıksız görünecek muhtemelen ve belki psikoterapi ekollerine göre. Aziz ve bilgelerin gözünden gördüğünü düşündüğü dünya, böyle bir şeydi. Ama bir açıdan, dünyayla uyumunu böyle yakalamıştı şair, kendisi üzerinden hayatı olumluyordu nihayetinde. Herkesin uyumdan anladığı farklıydı. Romanın son cümlesi, her şeyi özetliyordu bir bakıma: “İncelik sahibi olmayı sahiden öğrenebilirsin. Ve bu cennettir.”