Mezopotamya’nın en misafirperver kentlerinden biridir Mardin… Bizanslılar ona Mardie, Ermeniler ve Kürtler Merdin, Süryaniler Merdo, Araplarsa Maridin derler. Bana söylenenlerin yalancısıyım...

Sonsuz hoşgörü kenti Mardin

Mardin’e akşamüstü vardık. Mardin mutfağını, evlerini, sokaklarını, insanlarını ve civardaki yöreleri gezip görebilmek için üç günümüz var. Yol yorgunuyduk, o sebeple de konağımıza gitmek ilk işimiz oldu. Akşama ise, titiz ve usta ellerin olduğu bir mutfağa düşüreceğiz yolumuzu!

Konağımız hemen merkezde. Yüksek tavanlı, taş duvarlı, otantik ama modern dekoruyla yöreye ayak uyduran, fiyatı üzmeyen, manzarası güzel bir konak. Kısa bir dinlenmenin ardından hiç vakit kaybetmeden Cercis’te alıyoruz soluğu. Rezervasyon olmayınca bizi önce ufak bir odaya, masa boşalınca da daha geniş olan kısma alıyorlar. Bu konağa ait ilk izlenimlerim, özenli bir işletme, tarihi bir mekan, leziz yiyecekler ve geleneklere sadık ritüellerle bezenen dört duvardan ötesi. Titiz ve usta ellerin olduğu ise aşikar.

Ortaya önce görüntüsüne, sonra tadına vurulduğumuz meze tabağından söyledik. Ardından Süryani içli köftesi olarak bilinen ‘kitelreha’ya bayıldık. Antakya’da oruk, Adana’da içli köfte, burada da ‘kitelreha’ benzer tatlar... Bildiğimiz içli köfteye nazaran daha yayvan, üzerinde sarımsaklı yoğurt olan ve kızgın yağ dökülmüş bu lezzeti olur da Mardin’e giderseniz tadın. Gecenin sonunda masa ortasına gelen ibriğin içinden dökülen gülsuyu ile elimizi yıkadık, yüzyıllar öncesindeki adetleri yaşadık. Kahvemizi içtik, otelimize geçtik.

KİM DEDİYSE DOĞRU DEMİŞ
Gece “gerdanlık” diyorlar Mardin için, gündüz de “seyranlık”. Silüeti, evlerin ışığı adeta ışıl ışıl parlayan bir gerdanlığı andırıyor. Seyranlık betimlemesinin altı da günün ilk ışıklarıyla kendiliğinden doluyordu zaten. Kısacası, diyenler, doğru demiş! Biz eski Mardin’de neredeyse girilmemiş sokak bırakmadık tüm gün. Araçsız, bol enerjili bir yürüyüş yaptık diyebilirim. Sabancı Kent Müzesi’nin iki katını da gezdik. Ulu Cami’nin avlusundan göğe baktık, içini ziyaret ettik. Zinciriye Medresesi’ne tırmandık, kente, Mezopotamya’ya, ovalara, evlere bir de buradan baktık. Sıtti Radviye ya da diğer adıyla Hatuniye Medresesi’nin bahçesinde İbrahim’le tanıştık. Medreseyi bize o gezdirdi. Murathan Mungan’ın yaşadığı ve daha sonra “Üç Aynalı Kırk Oda” kitabında bahsettiği evi görmek istedik ama tıklattığımız kapı yanıt vermedi. Ev yıllar önce bir başkasına satılmış ve sanırım otel haline getirilecekmiş. Kırklar Kilisesi’nin içindeki ayinin sonuna yetiştik, bahçesinde soluklandık, İbrahim’le uzun uzun Mardin üzerine konuştuk durduk.
Mardin’de adımınızı nereye atsanız tarih. Ya kilise, ya medrese, ya tarihi ev, ya müze... Tek tek “şuraları da gezdik” demek, Mardin’e gidecek olanları yönlendirmekten başka bir şeye yaramayacak. O sebeple siz kendi rotanızı çizin, kendi planınızda kaybolun. Ya da hiçbir şey yapmayıp, sokağa çıkın, o sizi istediğiniz yere götürecektir.

SÜRPRİZ TELEFON!
Akşamüstü bakırcıların olduğu çarşıda bir dükkana gittik. Ustaların bizzat üretim yaptığı, aynı zamanda satışın da olduğu dükkanlardan, gözümüze kestirdiğimiz bir tanesine girdik. Şahmaran desenli bir sürahi, özel işlemeli bir ehlikeyf ve yazın bahçede buz gibi ayranları koyacağımız kupalardan aldık. Sıkı pazarlık ettik, ustalarla helalleştik.

Hava kararmadan ani bir kararla, “Hadi bu kadar yol gelmişiz, farklı bir konakta kalalım, hem de denemiş oluruz” deyip, kaldığımız konağın hemen yakınındaki başka bir konağa geçtik. En az bir önceki gece kaldığımız konak kadar güzel olan bu yerin manzarası, odasının iç genişliği, ferahlığı, avlusu, gece kapı önüne vuran ay ışığı ve gözümüze hoş gelen şeylerin bütünü buradaydı. Akşam yemeği için henüz karar vermemişken, sabah Hatuniye Medresesi’nde tanıştığımız İbrahim aradı ve evlerine yemeğe davet etti. Rahatsız etmek istemediğimizi telefonda söylesek de, “Allah ne verdiyse” diyerek ısrar etti. Terasa kurdukları sofralarında yöre çorbası, kaburga dolması, iç pilav, mumbar dolması, ayran ve dileyene Suryani şarabı vardı! Tepemizde ay ışığı, biz Mardin evinin terasında, o yörenin en özel yemeklerini, üstelik bir ev mutfağındna çıkmış haliyle yiyorduk.

DİNLER VE DİLLERİN BULUŞMASI
Mardin’de müzeler, tarihi yapılar, camiler, kiliseler çok özel. Fakat biz Mardin’i bu şekilde bir ziyafetle sonlandıracağımızı asla aklımızın ucundan geçirmiyorduk. Ziyafet derken, hem mideye, hem de ruhumuza elbette. Ağzımız kulaklarımızda konağımıza yürüdük gece. Kapı önündeki sedirde oturup, birer acı kahve içtik. Gökyüzünün rengini en usta ressam gelse çizemezdi sanki. Gözlerimiz gördü, zihnimizdeki yerini aldı. Mardin’deki son günümüze uyanmıştık. Kahvaltımızın ardından minibüsle Deyrulzafaran Manastırı’na doğru yola çıktık. Minibüste en aşağı üç dil konuşuluyordu. Arapça, Kürtçe, Türkçe kelimelerin arasında neler konuşulduğunu anlamaya çalışana kadar, neredeyse 650 yıl Süryani Patriklik merkezi olarak kullanılan manastıra geldik. Çok kalabalıktı. İlk tıp fakültesinin burada olduğu rivayet edilen manastırın bölümlerini işinin ehli bir rehber ile yaklaşık 1,5 saat gezdik. Mor Hananyo Kilisesi ve Azizler Evi de buna dahildi.
Deyrulzafaran’dan çıktığımızda saatlerimiz öğlene yaklaşmıştı. Mardin’i gezmek demek, sadece eski Mardin’den ibaret değildi. Bu coğrafyada ve komşu illeri de katarsak, önümüzde üç önemli durak vardı. Midyat, Dara harabeleri ve Batman’a bağlı Hasankeyf’i gezdikten sonra gece uçağımız için Diyarbakır’a geçecektik. Dolu dolu üç günün bitmesine üç önemli nokta vardı. İşte bu önemli üç noktayı ise haftaya sizlere bu sayfadan anlatacağım.