Bu topraklarda gün gelecek ya müthiş güzel şeyler olacak ya da kahrolup yok olunacak hep beraber. Hrant Dink gibi, Tahir Elçi gibi güzel insanlar da bu topraklardan çıktı, onları katleden karanlığın hizmetkârları da… O insanların güzelliği, iyiliği, dürüstlüğü, hakikat ve özgürlük sevgisiyle doğru orantılı bir kötülükseverlik, kana susamışlık, alçaklık…

Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi’nin dediği gibi, öldürüle öldürüle geriye “bir avuç güvercin” kalsa da, ortalık ölü yiyici, hayata düşman olanlarla dolsa da, Hollanda’da sözde İslam Üniversitesi’nin rektörü Ahmet Akgündüz gibi, “Su testisi, su yolunda kırılır” diyerek “öldürülmeyi hak etti” mesajı verip hayatını insan haklarına adamış bir aydının ölümüne sevinenler, hatta geride bıraktığı eşini açık açık ölümle tehdit eden başkaları olsa da… Ben biliyorum ki, Hrant Dink’in ölümünden sonra olduğu gibi, Tahir Elçi’nin arkasından da yüz binlerce insan gözyaşı döktü, yürekleri içlerine aktı, kahrolup utandılar, bu cinayeti, cinayetleri önleyemedikleri için.

Yaşar Kemal’in yazdığı gibi, o güzel insanlar, o güzel atlara binip gidiyorlar, ama emin olun ki, başka güzel insanlar gelmeye devam ediyor; az da olsa varlar her yerde, yürekleri parça parça karanlığın içinde bir mum yakabilmek için bütün iyicil değerleri kökünden söküp atmaya çalışan fırtınalara bedenlerini siper ederek… Suruç’ta, Ankara’da, dünyanın herhangi bir yerinde parçalanan bedenlerini… Eğer böyle düşünmesem, o güzel insanların varlığını ve yokluğunu hissetmesem, onların hayatlarını boşuna değil, şiirsel adaletin yaşanacağı güzel günler uğruna kaybettiklerine inanmasam, ne işim var ki benim buralarda, ne işimiz var? Niye yaşıyoruz ki? Bunun adı umut ya da başka bir şey değil. Hatta bırakalım artık şu umut meselesini bir kenara. Bizim umuda ihtiyacımız yok, kendimize ve birbirimize ihtiyacımız var, eskisinden daha da fazla.

Aslında bütün bu acılar, yaşanılanlar, siyasal bir özne olarak kendimizi daha fazla ortaya koymamızla sonuçlanmalı. İnsanın kendisini “hiçleştiren” şeylere boyun eğmesine, “ölüm endişesi”ni körükleyerek hiç ölmeyecekmiş yanılsamasına kapılmasına neden olan bu çağın karanlık ve görünmez yasalarından sıyrılmalı. Critchley’in “İmansızların İmanı”nda yazdığı gibi, “sonsuz sevme talebine bağlı” sıkı ve eylemci biri olarak varlığını ilan etmek varken… Karanlığın hizmetkârları gibi bir güvence, teminat ya da ödül beklemeden, varlığının en derinlerindeki, bütün canlıları birbirine bağlayan o tuhaf akımın verdiği mutluluk hissinden güç alarak… Başka türlü nasıl katlanılabilir ki, çürümüş, kokuşmuş bu çağın acılarına…

Sandor Marai, “Buda’da Bir Boşanma” adlı romanında, “Ama işte sorun tam da burada, eğer o garip akımı hissetmezsen, seni ve diğer canlıyı birbirine bağlayan o ilginç iletişim artık sönmüşse… İşte hayat oraya kadar. Elbette ondan sonra da hayatını devam ettirebileceğin, doldurabileceğin binlerce şey var. Ama o andan itibaren benliğinin çarkları boşuna dönüyor” der. Benliğin çarkları boşa döndükçe, boş bir kabuğa dönüşen benliğin içi binlerce tüketim nesnesiyle, hayata düşman inançlarla, fikirlerle dolar ve canlıları birbirine bağlayan o akım kesilir. Edebiyat ve sanat, varlığının nedeni olan o akımı güçlendirmeye yaramıyor, hatta o akımın kendisi olamıyorsa, hiçbir işe yaramıyordur, yaramalı…

Piyasa ve devlet mekanizmaları ile yeni köktendincilik biçimlerinin ayrıştırarak hayatı yok etmesinin üstesinden gelecek çareler, Ranciére’in dediği gibi, ancak ve ancak, “herkesin herkesle eşitliğinde içkin olan gücün kolektifleştirilmesinden” doğacak yetenekle bulunabilir. Siyasal ve sanatsal yaratıcılıklarla hayaletlerin maskesini düşürerek… Özgürleşmeci kolektif aklı mümkün kılacak örgütlenmelerle…

“Bağırmamız yangına bir sudur” diye yazmıştı Turgut Uyar, bu çağ yangını dışımızdan içimize… Bağırmak yetmiyor artık, bağırmanın kendisi olmalı…