Kafesli, devasa pencerelerden birinin arkasındaydı.

Avluyu tarayan ışıldakların aydınlığı yüzüne vurdukça gözleri kamaşıyor, salonun duvarına düşen gölgesi uzayıp kısalıyordu.

Işık acayip oyunlar oynuyordu. Omuzları genişleyip daralıyor, kamburu şekilden şekle giriyor, başı hızla tavana yükselip uzaklaşıyor, sonra yeniden duvarlara yansıyordu.

Artık kimseye güvenmiyordu. Yalnızlığı bir yaraya benziyordu. Çoğu zaman acısını hissetmediği, ama bazen, özellikle geç saatlerde, ruhunda derinden gelen bir inleyişle uyanan vahşi bir hayvanın çığlığı gibiydi.

Duyduğu, yolda kalanların, arkasında bıraktıklarının, terk ettiklerinin sesleri değildi. Onları duyan biri asla büyük mücadelelerin insanı olamazdı.

Yaranın sesi içinden, yüreğinden geliyordu.

Hiçbir şey yapmadığı halde, kımıldamadığı halde yorulduğunu hissediyor, soluk soluğa kalıyordu.

Korkuyordu. Yalnızca korkuyordu.

Avluya baktı.

“Ne kadar çok düşmanım var” diye mırıldandı.

• • •

Avlu tıka basa insan doluydu; çoluk çocuk, yaşlı, genç, milyonlarca insan… Bir kısmı ölüydü ama onlar da ötekiler gibi hâlâ yaşıyorlardı. Avluda, ölü olmakla yaşıyor olmanın ayrım çizgileri yeterince kalın çizilmemişti.

İki madenci kuzey duvarına sırtlarını vermişler, altmış altı oynuyorlardı. Hâlâ sağdılar. Ama üç yüz ölü maden işçisi onları izliyordu…

Avlunun üstünde F16’lar uçuyordu… Silahla dolu bir TIR, dış kapıda bekliyordu. Nefer giysilerinin içindeki Sevag TIR’ın sürücüsüne kimlik soruyordu.

Hrant Dink uzak bir köşede olan biteni izliyor, okuduğu gazetenin sayfalarını açıyordu. O sayfaları açtıkça, çevresini saran kırk bin Kürt ve Türk çocuğu onunla birlikte başlarını sağdan sola çeviriyor, yazıları okuyorlardı.

Çingene Gül de aralarındaydı… Şarkılar söyleyerek, katledilen bütün travestileri yanına çağırıyordu.

Hepsinin bir yarası vardı. Ama hiçbirininki korkunun açtığı derin yaraya benzemiyordu.

Ayşe Paşalı, az önce çıtalarını çattığı, tutkalladığı uçurtmayı Berkin’in eline tutuşturdu.

“Hadi, uçur” dedi.

• • •

“Işıldakları kapatın!” diye bağırdı penceredeki.

Işıldaklar kapandı. Pencereden avluya vuran ampulün ışığı kaldı.

Ve kalabalığın üstüne karanlık gölgesi düştü.

Uzayıp kısalıyordu. Büyüyüp küçülüyordu.

"Ne kadar çok gün var” dedi. “Ve hepsinin ne kadar çok gecesi var… Ve bu geceler ne kadar uzun…”
Elini yarasına götürdü.

Acımıyordu. Ama tuhaf bir biçimde yalnızlıktan ve korkudan söz ediyordu yara…

“Hangi aydayız” dedi yanındakilere.

“Haziran” dediler.

• • •

Kalabalığın içinden bir çocuk öne çıktı, başını kaldırdı ve pencereye baktı.

Penceredeki yanındakilere döndü.

“Bir şey söyleyecek galiba,” dedi.

Yanındakiler silahlarına davrandılar.

“Sorun yok” dedi, “bırakın konuşsun…”

Çocuk pencereye yaklaştı. Yukarı doğru bağırdı.

“Birlikte yaşamaya hazır mısın?” dedi, “yoksa bizi sindirmeyi mi düşünüyorsun?”

Soruyu anlayamamıştı.

Çocuk yineledi:

“Biz hep burada olacağız, diyorum… Sen birlikte yaşamaya hazır mısın? Yoksa bizi sindirmeyi mi düşünüyorsun?”

Hırıltılı bir sesle “Evet” diye mırıldandı. “Sineceksiniz…”

Çocuk güldü. Gülünce, dökülen süt dişlerinin boşluğu göründü.

Bir diş boşluğunda taze, küçük bir pırıltı vardı; yepyeni bir diş…

Çocuk eliyle onu gösterdi.

“Bu daha başlangıç” dedi.