Yazar Arzu Hiçyılmaz, “Geçer Diyenler, Sizde Nasıl Geçti?” isimli öykü kitabına ilişkin, kabuk kalkmadan, insan içini açmadan, sorgulamadan iyileşmenin mümkün olmadığına değiniyor.

Sorgulamadan iyileşme olmaz

Necati Eker

Yazar Arzu Hiçyılmaz, gündelik hayatın acı, travma ve kaybını “Geçer Diyenler, Sizde Nasıl Geçti?” isimli öykü kitabı ile anlatıyor. Hiçyılmaz ile Alfa Yayınları’ndan çıkan kitabını konuştuk.

► Kitabın ismi çok güzel, kapak da içeriği iyi yansıtmış. İsim ve kapak nasıl belirlendi?

Teşekkür ederim. Okuyanlar bilir, kitabın ismi "Beni Kimse Böyle Sevmedi" öyküsündeki şiirde geçiyor. Bu şiiri yazdıktan sonra kitabın isminin "Geçer Diyenler, Sizde Nasıl Geçti?" olmasına karar verdiğim o anı hatırlıyorum; bir nevi epifani. Herkesin, başa gelen tatsız her şeye "geçer merak etme" dediği, ama kimsenin nasıl geçeceğine dair tam bir reçetesinin olmadığı bu hal kafamı kurcalıyordu. Nasıl geçerdi? Çocukluğumuzdan beri bir baştan savma, bir savuşturma, bir görmezden gelinme halini ifade eden bu feci içerlediğim "geçer geçer" sözlerini açmak, deşmek, irini akıtmak, sayıp sövmek, dökülecek ne varsa dökmek, dağıtmak istedim. Kol kırıldı da yen artık içerde kalmasın telaşım bundandı. Baskılanmış, susturulmuş, susmak zorunda bırakılmış, acıyla yalnızlaştırılmış, yasını tutacak bile takat bırakılmamış, hayal kırıklığıyla hemhal olmuş insan hallerinden yaşamlar sunup, tek tek, adım adım olanları, hissedilenleri bohça açar gibi yere sermek, "e hadi buyurun nasıl geçecek?" diye sormak istedim; hem kendime hem de "geçer" diyen herkese… Gerçekten geçer miydi? Kanata kanata, sessiz gümbürtüsünü varoluşumuzun her an hissettirdiği bu duygular nasıl geçerdi? Kişiden kişiye değişecektir elbet yanıt ama benim için eyleme geçince biterdi. Tüm bunları sarmal bir merdiven misali döne dolaşa anlatmak istediğim için kitabın ismini bu şekilde koydum.

Kapak tasarımı, sevgili Füsun Turcan Elmasoğlu’na ait. İlk gördüğümde “evet, bu şahane, kitabı da çok iyi yansıtıyor,” demiştim. Emeği için kendisine buradan tekrar çok teşekkür ediyorum. Desteğini hiç esirgemeyen sevgili editörüm Seçkin Erdi, iki taslak yollamıştı. Şu an kitabımın kapağında yer alan tasarımı tercih etmiştim.

► Kitabın isminin “Beni Kimse Böyle Sevmedi” öykünüzde yazdığınız şiirden geldiğini söylediniz. Şiirle aranız nasıl? Şiir yazıyor musunuz?

Şiir okumayı çok severim; özellikle yatmadan önce her akşam okurum. Öykü kadar olmasa da evet şiir yazıyorum.

► Öykülerin tematik bütünlük sağladığını düşünüyorum. Bir öykü dosyası tematik olmalı mı? Geçer Diyenler, Sizde Nasıl Geçti yazılırken konsepte uyum için özel bir çaba harcandı mı?

Bana göre tematik olma zorunluluğu yok. Ancak derdimin ne olduğunu anlatabilmek amacıyla kitabın içindeki öykülerin de kendi içinde bir bütünlük sağlamasını tercih ettim. Kabuk kalkmadan, insan içini açmadan, sorgulamadan nasıl iyileşme olsun? Kayboluş sonucu bulunma hissi; kendine, bir başkasına yeniden kavuşabilme ümidi varlığını korusun, bir nabız gibi cümlelerin içinde özellikle mitoloji ve psikolojiyle el ele verip atsın istedim. Bu da verdiğim çabaya değerdi diye düşünüyorum.

► Unutmak başa gelen bir felaket mi? Felaketten kurtulmak için bir çare mi? Geçer diyenlere soralım, delirerek mi unutarak mı geçti?

“Hayat sadece unuttuğumuz şeylerle mümkündür,” der Emil Michel Cioran. Her şeyi hafızamızda tuttuğumuzu bir düşünsenize? Ne büyük bir yük… O yüzden unutmak başa gelen bir felaket değil. Unutuş, kimi zaman bir rahatsızlığın, hastalığın sonucu olabiliyor, kimi zaman da travmatik bir durumdan korunmak için beynin üstlendiği bir görev; kapıları kapatıyor diyelim. Felaket olarak algılamıyorum unutmayı. Ama bazen hatırlayış kurtuluşumuz oluyor; anılarımızın dibindeki o çamurlu bölgeyi fark edip, saplanmamak için hatırlamanın ipine sıkıca yapışmak, kendi hayatının sorumluluğunu almak gerekiyor. O yüzden ne delirerek geçiyor ne unutarak…

► Kahramanlar, iç ses, hatta bazen üst ses... Sürekli bir kendi kendine konuşma hali. Öykülerin parçası gibi. Nedir bu hâl?

Bizim halimiz işte. Her gün yaptığımız bu değil mi? Kendi kendimizle konuşmalar, söylenmeler, küfretmeler, sızlanmalar, sevinç ve mutlulukları dile getirme biçimi… Bilinç akışı, serbest dolaylı anlatım, iç monolog, iç diyalog… Bizden ayrı bir ses yok. Sen, ben, biz. Biçimle beraber özü de hissedebildiysek ne güzel.

► Son Öykü, “Öykü Böyle Devam Edebilirdi” diğer öykülerden biraz farklı duruyor. Yazmak üzerine söyleyecekleri var; ancak okurun sıkılacağını düşünerek frene basmış sanki. Bu öykü kitaba nasıl dâhil oldu? Ve akla şu soruyu getirdi: “Bu öykülerin yazarı, yazmak üzerine bir eğitim aldı mı ya da atölye çalışmalarına katıldı mı?”

Önce eğitim sorusunu yanıtlayayım: Marmara Üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümünde öğrenim gördüm ve haliyle İngiliz edebiyatına dair birçok ders aldım. Sonra, Yıldız Teknik Üniversitesinde de İngilizce Eğitimi üzerine yüksek lisans yaptım. Yani aslında okuma-yazma ile hep iç içeydim. Altı ay kadar da bazı atölyelere kısa aralıklarla katıldım. Son öyküye gelecek olursak: Evet, bu öykü diğerlerinden farklı ve evet, hikâye anlatıcılığı üzerine söyleyeceklerimin bitmeyeceğinin haberini veriyor. Kitap burada bitiyor ama hikâyeler sonlanmayacak. Öyküde geçen cümleye istinaden sormuşsunuz, ancak dediğiniz gibi okurun sıkılacağını düşünerek frene basma meselesi değil altında yatan neden. Öyküdeki o yazarın yazma aşamasındaki anına, kafasından geçenleri şöyle bir gösterme isteğime ek olarak iyi okura da hitap etme hissi diyeyim. Nasıl? Üst kurmacadan o “iyi okur” a bir “merhaba" göndermek...

► “İyi okur” u biraz açacak olursanız…

Bu konuda sırtımı Vladimir Nabokov’a dayamak istiyorum. Meraklısına, bir kitap önermeme müsaade edin lütfen. İletişim Yayınlarından çıkmış olan Vladimir Nabokov’un “Edebiyat Dersleri”… Muazzamdır. İyi okur hakkında bu güzide kitaptan ufak bir alıntı yapayım. Ne diyor Nabokov? “İyi okur, düş gücü, belleği, bir sözlüğü, biraz da sanat duygusu olan kimsedir -sırasını buldukça hem kendimde hem de başkalarında geliştirmeye çalıştığım duygudur bu… İyi bir okur, büyük bir okur, etkin yaratıcı bir okur, yeniden okuyan kimsedir.” Umarım kitabım, okuyan kişide bir kez daha okuma isteği oluşturur. O zaman merhaba’mı daha net duyacaktır.

► Yazmak üzerine açılan atölyeler bazı kesimler ya da kişilerce küçümseniyor. Yazmak öğrenilebilir bir şey mi? Yetenek yazının neresinde?

Bir öykü kitabı çıkmış biri olarak kendime –henüz- “ben yazarım” diyemem. Haddimi biliyorum. Bildiğim bir şey daha varsa o da yazmanın normal insan işi olmadığı. Yetenek konusunda büyük laflar etmekten çekinirim. Doğuştan gelen bir yetenek, kıvılcım varsa ne ala. Onun dışında iyi yazarların kitaplarını okumanın, döne dolana bir kez daha okumanın bu işin sırrına yaklaşmakta önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Yazabilmek için oburca değil de (haftada-ayda kaç kitap bitirdiğinizi dillendirerek değil yani), çok iyi okumak ama hakkıyla okumak gerektiğine inanıyorum. İyi yazarların o karakterleri, o diyalogları nasıl yarattığını göre göre; olayları, durumu birbirine nasıl teyellediğini anlaya anlaya (ki ikinci-üçüncü okumada daha iyi kavranabiliyor kanımca), içinizde sanatsal bir heyecan, ürperti, kıvılcım, coşku yaratmalarını ense kökünüzde hissede hissede, bir zaman sonra siz de eteğinizdeki taşları uygun şekilde dökmeyi öğrenmeye başlıyorsunuz sanırım. Zamanımızın jargonunu kullanırsak en iyi "atölye çalışmasını" zaten o iyi yazarların kitaplarını okuyunca yıllar içinde alıyorsunuz. Yüz yüze ya da online açılan atölye çalışmalarının küçümsenme olayı varsa bile bu beni ilgilendirmiyor. Herkes istediği her çalışmaya katılabilir; kimi seramiğe gider, kimi biçki-dikiş, kimi sanat, kimi psikoloji, felsefe… Atölye çalışmalarına çok kısa katıldım ama çok değerli üç hocayla tanıştım; Mario Levi, Hakan Akdoğan ve bu öykü kitabım baskı aşamasındayken Prof. Dr. Beliz Güçbilmez. İnsani ve birbirinden farklı profesyonel paylaşımları şapka çıkarılası üç emekçi… Gerisi teferruat.

► Kitabınızda yer alan ilk iki öykü, 2021 Seyhan Livaneli Öykü Yarışmasında finale kalmış. Bir öykü yarışmasına katılmayı neden düşündünüz?

Bazen bir kapıya ve o kapının açılmasına ihtiyaç duyarsınız. Ama zile basmanız, kapıya vurmanız gerekir. İki öykümle o kapıya vurdum; açıldı. Şu anda elinizdeki kitabın dosya haliyle de yarışma henüz sonuçlanmadan Alfa’nın kapısını vurdum çünkü yazdığım öykülere çok güvendim; o da açıldı. Yarışma sonucu açıklanınca da, katıldığım iki öyküyü de kitap dosyama ekledik. Emeği geçen herkese tekrar teşekkür ederim.

► Son olarak sevdiğiniz öykücüleri ve son zamanlarda okumaktan keyif aldığınız, aynı coğrafyadan beslendiğiniz, sizin gibi edebiyat dünyasına yeni dâhil olmuş öykücüleri paylaşabilir misin?

Zor bir soru… Kimisi hem öykü hem de roman yazdı gerçi. En sevdiklerimi şöyle sıralayabilirim:

Sait Faik Abasıyanık, Bilge Karasu, Tomris Uyar, Ayla Kutlu, Leyla Erbil, Haldun Taner, Sabahattin Ali, Sevim Burak, Murathan Mungan, Sevgi Soysal, Yusuf Atılgan, Selçuk Baran, Necati Tosuner, Füruzan.

Anton Çehov, Katherine Mansfield, Jorge Luis Borges, Julio Cortazar, Alice Munro, Lydia Davies, John Cheever, Italo Calvino, Edgar Allen Poe, Franz Kafka.

Son zamanlarda keyif almaktan hoşlandığım yazarlar farklı coğrafyalardan oldu açıkçası. Zaten edebi lezzeti hissetmek için illa aynı coğrafyadan olması gerekmiyor sanırım. Edebiyat dünyasına yeni dahil olmuş yazarları –henüz- okumadım ama özellikle şu üç öykücü son altı ayda okuduklarım arasında beni çok etkiledi: Carys Davies, Claire Keegan ve Samanta Schweblin.