Sorumlulukların hükümsüzlüğü

Emre SAYGILI
Cumhuriyet’in erken döneminde askeri bölüklerin talimgahı olarak kullanılan dağlar 1930’lara gelindiğinde sivilleşir. Kısa süre sonra da turizm bölgesi olarak dönüşmeye başlar ki – böylelikle halk arasında ekonomik refahını ilan etmiş kişilerin tadını çıkardığı bir sefa sahnesi olarak da anılmaya başlanır. Oysa Yaşar Kemal’e göre, “Toroslar’ın göğsü, insanın yüreği gibi atıyordu.” Dağlara atfedilen bu töz farklı coğrafya ve zamanlarda hiç değişmez. Gözün gördüğü yerde insanları harekete geçirmeyi başarmıştır dağlar. 1953’te Everest’e ilk kez tırmanan dağcılar Tenzing Norgay ve Edmund Hillary dağları değil, kendilerini fethettiklerini söyler. Haiku yazarı Matsuo Bashō için keşişin adımlarında yankılanmaktadır dağlar, nehirler ve gökyüzü; “sessiz, derin ve yüce”.
ABD’de “milli park” fikrini düşten eyleme aktaran John Muir (Dağların John’u olarak da anıldı) doğanın insan eli değmeden yükselen katedralleri olduğunu söylemişti dağların. Onca fani eklenir dağlar karşısında kayıtsız kalamayanlara, Wordsworth, Hesse, Neruda ve Homeros… Liste uzar gider. Uzatmayalım. Ülkemizde, doğa severlerin ailece kayıtsız kalamadıkları, kış aylarını selamlamak için gidip de yaşamlarını acı şekilde kaybettiği yerler, Torosların değil ihmaller silsilesinin uzayıp gittiği yerler dağlar… Maceraperest Hermann Buhl’un Nanga Parbat günlüklerine atıfla toparlayalım girizgâhı. Dağı bir dayanıklılık testi ve insan yeteneğinin sınırlarının metaforu olarak değerlendirerek şöyle demişti: “Dağlar benim evimdir.” Ona göre ne adil ne de adaletsizdir dağlar. “Sadece tehlikelidir”… Burada durarak dağların hiç de adil olmayan yapılarla donatıldığı, önlenebilir trajedilere bir yenisini daha ekleyen ülkemizin belki de hiç olmadığı kadar dağlara çıkmaya, yeryüzüne oradan bakmaya, değilse oradan bakanların sözlerine kulak asmaya ihtiyacı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Yavrularını ilk kez dağlarla buluşturmak için yola çıkanlara dehşeti yaşatan işletme sahiplerinin yangın denetiminden sınıfta kalınca başvurularının iptalini isteyerek tam gaz ceplerini doldurmaya devam edebildikleri bir memleket burası. O zaman düşünmek gerekir Bolu’nun en tehlikeli en adaletsiz olanı, sorumsuz sorumluları kimdir diye?
Dağ turizmini de içine alarak düzenlenmiş kurucu metinlerden yalnızca birisi Alpleri Koruma Anlaşması (1996). Alpleri Koruma Anlaşması’nın Turizm Protokolü gereğince Alpler’i paylaşan ülkelerde turizm faaliyetleri sürdüren işletmelerin öncelikle doğal değerleri tanıyarak ekolojik perspektifleri benimsemesi savunulmaktadır. Sonuçta, daha öncesinde yalnızca ekonomik kalkınmayı destekleyen girişimler olarak ele alınan konaklama mekanlarının aynı zamanda dağ ekosistemlerini, su kaynaklarını ve doğal yaşamı korumakla yükümlü müesseseler olarak ele alınması söz konusu olmuştur. Bu anlamda iyi uygulamalara rastlanabilen İsviçre’nin Zermatt ve İtalya’nın Cortina d'Ampezzo gibi bölgelerinde bulunan oteller diğerleriyle faydalı bir yarış içerisine girmiştir. Yalnızca birer birer listelemeye gerek duymayacağım endüstri standartlarını belirleyen sertifikaları edinmekle de kendisini göstermiyor bu yarış. Yerelde kültürel iklimin veya biyosfer rezerv alanlarının korunması gibi yükümlülükler de bu yarışın bir parçası. Bu yarışın bir kazananı olmadığını söylemeye zaten gerek yok. Oysa ülkemizde kimse kimseden böyle değerler üstüne kurmasını beklemiyordu sermayesini. Kartalkaya’nın ekolojik entegrasyonu gibi “tuhaf” ve anlamayacağımız dilden sorumluluklar atanmamıştı kimseye. Tek bir işleri vardı halbuki... Bizim tarafta en son faciaya ev sahipliği yapan Grand Kartal Otel’in tabi olduğu herhangi bir düzenlemeden söz edeceksek, inşaat ekonomisini tehdit eden bir unsur olarak itfaiyenin denetim yetkisinin baypas edilmesini mümkün kılan Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik üzerindeki değişikliğe değinebiliriz mesela. Sorumlulukların derinliğine bakacak olursak faciaya ev sahipliği yapan Halit Ergül’ün aynı zamanda Bolu Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığını ve Türkiye Turizm Tanıtma ve Geliştirme Ajansı'nın da (TGA) yönetim kurulu üyesi olduğunu hatırlayabiliriz. Geçmişteki başarılarına değineceksek, oteline 2023 yılında, KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, SGK primi işveren hissesi desteği, faiz desteği, yatırım yeri tahsisi gibi üst düzey devlet teşviklerini indirmeyi başardığını görebiliriz. Her ne kadar, kişisel çıkarlarının politik kararlarını etkileyeceği bilinerek, tam da o sebepten yetkilendirilmiş Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy söz sahibiyken pek de önemli sayılmayacak bir başarı olsa da…
Dehşet bilançosundan hatırlayacaklarımız neler olacak? Sevdiklerimizin acısı var içimizde. Doğayı severlerdi; kış ayını Bolu’nun güzellikleriyle selamlamak için çıktığı yolculuklarında trajik yok oluşun öznesi olanlar. Otelin emekçileri var; sorumsuz işverenlerin savunmalarında hedef gösterilen emekçiler. Yetkilerini olumlu yönde esneterek, etki alanı dışındaki bölgelere dahi geçici ve mobil itfaiye istasyonları konumlandırmayı sorumlulukları arasında gören yerel yönetimlerin karşısında sorumluluğu bir yetki alanı polemiği üzerinden ötekine atmaya çalışan yetkililer var. An itibarıyla kendini aklama yarışında ipi her kim göğüslüyor olursa olsun her an sarsılabilecek bir liderlik yarışı. Facia karşısında gözyaşlarını tutamayan bir Cumhurbaşkanı. Kelime oyunları heyecanı ve dizilerle milli yas gününün bitişini şen kahkahalarla karşılayan yayınlar üzerinden yerli, milli, bize has bir “kamuoyu kontrolü.” Risk değerlendirmeleri sonucu çok riskli yerler olarak görüp sigorta hizmetlerinden mahrum bıraktıkları küçük işletmeleri doğal felaketlerin faturasıyla baş başa bırakan sigorta şirketleri. Aynı anda, tedbir sayılabilecek herhangi bir eylemi içermeyen, ihmaller bütünü de denebilecek turizm işletmelerini rahatlıkla sigortalayabilen, kendilerine haksızlık edilmesin diye adları ilk başta kamuoyuyla paylaşılmayan sigorta şirketleri.
Yaşar Kemal’in dediği gibi “İnsan dağlarla yaşar, dağların acısını da sevincini de taşır.” Dağların acısı kaldı. Kuşlar da gitti.