İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, belki de en “mülayim” açıklamasını Boğaziçili LGBTİ+ bireyler için yaptı. Hem LGBTİ+ kısaltmasını kullandı hem de “sapkın” dedi. Bugüne kadar başta Canan Kaftancıoğlu’na, muhaliflere yönelik benimsediği dile bakınca, LGBTİ+ arkadaşlara da “ibne, sapıklar” dese yadırganmazdı, en azından kitlesinin hoşuna giderdi.

Bakanın dilindeki enteresan ama umut verici olmayan dilsel yumuşama, söz konusu arkadaşlara yönelik emniyet yargı tutumuna yansımadı gerçi. İkisi tutuklandı, ikisi adli denetimle serbest bırakıldı. Ne kadar kötü muamele gördükleri de ortada.

Soylu, “devlet terbiyesi görmüş” olmakla sık sık övünüyor. Haklı da olabilir, görmüştür de. O yüzden kullandığı dil, muhaliflere yönelik ettiği küfür ve hakaretlerin, devlet diline pek de uygun olmadığını bildiğini varsayabiliriz. O da devletin “gerçek dilini” uluorta kullanmadığını biliyordur elbet. Devlet, gerçek dilini nezarethanelerde, cezaevlerinde ya da işkence tezgahlarında kullanır. Nezaket ve saygı ancak kamuya açık ortamlarda paçalarından akar.

Bakana, sansürsüz konuşabilme ve “devlet adabını” pek de sallamama fantezisi yaşatan dinamik üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bu rahatlık nereden geliyor?

Ele geçirdiği ya da ona bahşedilen “gücü” neden sınırsız ve sorumsuzca kullanabiliyor? Önce bu halin, İçişleri bakanına özgü olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bugün Türkiye’de devlet ile herhangi bir nedenle ilişkiye geçen herkes, en küçük dereceli memurun bile bakanla aynı tutumu gösterdiğine tanık olabilir. Falanca kurumun filanca şube müdürü de öyle, Rektör de, Dekan da, Belediye Başkanı da, Vali de.

Hiyeraşinin olduğu her kurumsal yapılanmada her rütbe kendi yetkisini sınırsızca ve sorumsuzca kullanıyor. Yetkiyi kullanırken de kendisini bağlayıcı hiç bir ilke yokmuş gibi davranıyor. Belediye başkanı ise bütün akrabasını belediyeye, yönetmelikleri vs önemsemeden işe alıyor. Rektör, üniversiteye akraba ve yakın çevresini yine hiçbir kurala dayandırmadan yerleştiriyor. Bir sınav yapılması gerekiyorsa kılıfına uyduruluyor.

Hangi politik sistemde olduğunun önemi olmadan her hiyerarşik düzenin temel bir özelliği var. Her yetki aşaması, yetki aldığının yetkisini kullanır. Cumhuriyet Savcısı, denmesinin nedeni de bu. Savcı yetkisini Cumhuriyetten alır, onun adına kullanır ve ona karşı sorumludur, gibi. Her hiyerarşik düzen de yetkinin kime verileceğini kendi ilkesine göre düzenler.

Bugün Türkiye’ de yetki almanın tek ölçütü kalmış durumda. Sadakat. Yetkiyi verecek olan yetki verdiği kişiden tek bir şey bekliyor. Kendisine sadakat. Şef, şube müdürünün ondan sadece koşulsuzca sadakat beklediğini biliyor. Şube müdürü de Daire Başkanının tek beklentisinin bu olduğunu biliyor. Silsileyi uzatmanın manası yok.

Hal böyle olunca üstüne koşulsuz sadakat gösteren, altında olandan aynısını bekliyor. Her yetki sahibi kendi yetki alanında her şeyi yapabileceğini, üstüne sadakat göstermekten başka dikkat etmesi gereken hiçbir şey olmadığını hissediyor. Yetkiyi alan kendisini yetkiyi verenin uzantısı olarak hissetmeye başlıyor. Kendi olmaktan çıkıyor ve “O” oluyor. Yetkiyi kullanırken kendisi kullanıyormuş gibi değil de kendisine yetki veren kullanıyormuş hissi yaşıyor. Dolayısıyla da eylemin sorumluluğunun da kendisine yetkiyi verende olduğuna inanıyor, inanmak işine geliyor. Bu geçişliliğin tipik örneği, IŞİD üyesinin başkasının kafasını keserken yaşadığı rahatlık ve sorumluluk hissetmeme hali. Allah adına boğaz kestiğinden eylemin sorumlusu olarak kendisini değil Allah’ı görüyor.

Şimdi Türkiye’ de herhangi bir yetkiyi alanın, o gücü neden sınırsızca, sorumsuzca ve asıl olarak kendi çıkarına olacak şekilde kullandığını anlayabiliriz. Sadece sadakati beklenen yetkiyi hiç bir zaman içselleştirmiyor ve sahiplenmiyor. Verildiği şekilde alınabileceğini bildiğinden “ilkel güç fantezisi” ni yaşayacak şekilde ruhsal bir gerileme (regresyon) yaşıyor. Elinde kendi alanında hem sınırsız hem de sorumlu olmadığı bir güç varmış hissi yaşayan her “olgunlaşmamış” (immature) zihin gibi davranmaya başlıyor.

Her şeyi yapabilirim ve yaptıklarımdan da sorumlu değilim, çünkü O’nun adına yapıyorum! Yarın devran dönünce bu günün zalimciklerinin hepsi kendilerini öyle savunacaklar; ben değildim yapan O yaptırdı!

Reis, şu anne nasihatini biliyor mudur acaba; herkes kendini kurtarır olan sana olur!

***

Geçen haftaki yazıdan sonra sayın Orhan Uğuroğlu, ulaştı ve hayatında ne bir gün ülkü ocaklarının ne de MHP' nin önünden geçtiğini, MHP'yi sadece gazeteci olarak izlediğini ve demokrat bir gazeteci olduğunu" yazdı. İletmek görevim.