Başkan Erdoğan, Türk Dil Kurumu-TDK ve Radyo ve Televizyon Üst Kurulu-RTÜK’ün 27 Ocak’ta düzenlediği, “Yunus Emre Yılı Görsel ve İşitsel Medyada Doğru Türkçe Kullanımı Ödül Töreni’nde çoğu zaman yaptığını yaptı; sözü 1930’lara getirdi.

Uzun konuşmasında doğru bir yaklaşımla Yunus Emre bağlamında Türkçeyi öven Erdoğan, sonrasında yine kendini alamadı. “Türkiye 1930’lu yıllara geldiğinde” diye devam etti o yıllarda gerçekleştirilen kapsamlı, bilimsel çalışmaları ve çok köklü anadil kazanımlarını, “bu defa da sözde sadeleştirme faaliyeti” diye eleştirdi; bununla da kalmadı, kimi yazarların görüşlerini de kanıt göstererek, onları “uydurukça” olarak adlandırdı.

1930’ların Türkçe konusuna geçmeden bir noktanın altı çizilmelidir: 1930’lar, bu toplumun eşit yurttaşlık ve barış ortamında, hukuk, eğitim, kurumlaşma, sanayileşme başta olmak üzere çok büyük atılımlarının gerçekleştiği; sanatı, kültürü, tarihi ve Türkçeyi de içeren bütüncül bir uluslaşma, yenileşme ve çağdaşlaşma dönemidir. Daha özelde, Türkçe’nin yıldızının en çok parladığı yıllardır, 1930’lar.

OTUZLARDAN ÜÇ DİL DERSİ

Başkan Erdoğan, ülkeyi 1930’ların anlayış ve değerlerinden uzaklaştırmak amacıyla her yola başvuruyor. O yılların Türkçe çabalarını eleştirisi, gerçekte, yine bir ödül töreninde “24 Aralık 2014’te “Türkçe ile felsefe yapamazsınız” sözleriyle de tutarlıdır. Eğitimde Osmanlıcayı dayatan Başkan Erdoğan’ın 1930’ların Türkçe’nin çalışmalarının ulusu birleştiren özelliğini hiçe sayarak küçümsemesi ise ayrıca, derinlemesine irdelenmelidir.

Çünkü, o yıllar, dil konusunda da çıkarılacak derslerle doludur.

İşte o derslerden yalnızca üçü.

Birincisi, ODTÜ’de birlikte çalışmaktan onur duyduğum, büyük matematikçimiz Cahit Arf anlatırdı. Doktora eğitimi için Almanya’ya gidecek; ailesi çok istekli değil; Arf, onları Türkçe üzerinden etkilemeye çalışıyor:

-“Ben o kadar başarılı olacağım ki, yabancılar Türkiye’ye gelecek, Türkçe öğrenecekler” diyor. Arf gidiyor ve o yıllarda eğitim için yurtdışına gidenlerin tamamına yakını gibi o da yurda dönüyor.

Ne acıdır ki, bugünlerde eğitim için yurtdışına gidenler ülkeye dönmüyor!

İkinci olarak, Arf’ın, yabancılar da Türkçe öğrenecekler öngörüsü o süreçte bakın nasıl gerçekleşiyor?

1930’larda Almanya’daki Faşizm’den kaçan bilim insanlarının sığındıkları ülkelerin başında, bilindiği gibi, o yıllarda bilimi gerçek yol gösterici alan Türkiye gelir.

O bilim insanlarının önde gelenlerinden biri anılarında şöyle yazıyor?

Yaptığımız İş Sözleşmelerinin 2. Maddesinin 3. Fıkrası

“Profesör, üçüncü yıldan sonra derslerini Türkçe vermek için elinden geleni yapmakla yükümlüdür”.

Anıların yazarı bu düzenlemeyi şöyle yorumluyor: “ … Osmanlı İmparatorluğu zamanında da uzman olarak sayısız yabancı çalıştırılmıştı, ama onlardan hiçbir zaman Türkçeyi öğrenmeleri ve kullanmaları istenmemişti”(Ernst Hirsch, Hatıralarım, s.249).

Çalıştırılan yabancı uzmanların Türkçe öğrenmesini zorunlu kılmak gibi onurlu duruşlar o yıllardan sonra tamamıyla unutuldu. Yalnız, o her gün yerden yere vurulan 1930’larda başka ülkelerin baskı rejimlerinden kaçmak zorunda kalan bilim insanları çalışmak için bu ülkeyi seçiyordu.

Bugün, ülkenin bilim insanları, toplu olarak, o da pasaport alabilirlerse, üstelik asıl mesleklerini bırakarak “her işi yaparız” diyerek yurt dışına kaçıyor.

Arf ve Hirsch örnekleri ülkenin içine sürüklendiği büyük bilimsel yıkımın yalnızca iki kanıtıdır.

Üçüncü örnek Agop Dilaçar (Hagop Martayan). Yaşam öyküsü ile ilgili kaynaklar onu Ermeni kökenli Türk dilbilimci olarak tanımlıyor. TDK, kurulmasına giden yolun başında, 22 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda Gazi Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanan I. Dil Kurultayı’na İstepan Gurdikyan ve Kevork Simkesyan ile birlikte dil uzmanı olarak davet ediliyor. O günlerde kurulan TDK’da önce başuzman sonra da genel sekreter olarak çalışmaya başlıyor ve bu görevini 1979’da ölümüne dek sürdürüyor. Kimi kaynaklar Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını onun önerdiğini yazıyor; ama bir nokta kesin: Türkçeye yaptığı büyük katkılar nedeniyle, Mustafa Kemal kendisine soyadı olarak “Dilaçar”ı öneriyor; o da alıyor.

1930’larda Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çalışmalarına önemli katkılar yapan Dilaçar, 1930’ların, bu topraklarda yaşayanları Türkçede birleştirme çabasının en güzel örneklerinden biridir. Kimi uygulama eksiklerine karşın, o Türkçe ile, anadili Kürtçe, Rumca, Lazca, Çerkezce v.b. olan toplum kesimleri, eşit yurttaşlığa dayalı bir ulus çatısı altında birleşiyordu.

RAYDAN ÇIKMIŞ OLSA DA

Sonra ne mi oldu? Türkiye, ABD eliyle siyaseten sağa, giderek aşırı sağa savruldu. O kadar ki AKP iktidar oldu ve Hrant Dink, bu iktidar döneminde acımasızca katledildi. Şimdi de o iktidar, Trabzon’da tertemiz bir çocuğa birilerine “hain” dedirtecek düzeye iniyor!

Aslında, Başkan Erdoğan “davam” dediği işini yapıyor. Asıl yıkıcı olan nedir, biliyor musunuz? Erdoğan’ın konuşma yaptığı törenin 1930’ların ürünü olan TDK tarafından (RTÜK ile birlikte) düzenlenmiş olması. Diğeri de 1930’ların büyük başarılarına ülkeyi yöneten parti olarak imza atmış olan CHP’nin bugün içine düşürüldüğü bilinçsizlik çukuru.

Kim ne yaparsa yapsın, bu toplumun, 1930’larda edindiği kazanımlar ve değerler, “güncelleştirilerek”, eninde sonunda bu topraklarda da yeniden yaşama geçirilecektir.