Geçtiğimiz hafta gündemden düşmeyen binlerce flamingonun ölümünü herkes gibi ben de üzüntüyle karşıladım. Bu durum üzerine yazılıp çizilenleri de takip etmeye gayret ettim. Ölümlerin sorumlusu olarak çiftçiler ve Tuz Gölü’ne çektikleri bentlere işaret edilirken, sebepleri arasında en çok öne sürülen argümanlar ‘yanlış tarım ve su politikaları’ ve tüm bunların iklim krizi ile ilgili olmadığı öne çıkıyordu. Bu argümanlar ekosistem tahribatı kavrayışlarına dair temel bir eksiğe işaret ediyor. O da, birbirinden alakasız süreçlermiş gibi ifade edilen bu argümanların bağlantısı. Tek kelimeyle ekokırım olarak niteleyebileceğimiz flamingo ölümlerinin sebebi ve tabi sorumlusu da, iklim veya gıda krizinin; tarım ve su politikalarının sorumlularından ayrı düşünülemez.

***

“Yanlış tarım ve su politikaları” ile ekosistemin tahrip edilmesi doğrudan iklim krizi koşullarının hazırlanması anlamına geliyor. Endüstriyel tarım uygulamaları da bu tahribatın başlıca sorumluları arasında. Fakat burada mesele çiftçilerin çektiği bentin ötesinde, tarımsal üretimin, şirketlere emanet edilerek tüm doğayı sömüren bir faaliyete dönüştürülmesinde yatıyor. Bu, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşlarla yapılan anlaşmalar ile sağlanıyor. Bu süreçte dayatılan endüstriyel tarım uygulamaları, yalnızca Konya havzasında değil, ülkenin diğer birçok bölgesinde de benzer şekilde toprak, iklim, su gibi ekolojik koşulları dikkate almak şöyle dursun bütünüyle gasp edilmesine dayanıyor. Konya’da daha fazla su gerektiren ürün çeşitlerine verilen devlet teşvikleri de cabası…

***

Dahası, henüz birkaç gün önce Resmi Gazete’de, Avrupa çapında çevre hareketleri tarafından biyoçeşitlilik kaybına sebep olacağı ve buna ek olarak, ekososyalistler tarafından doğanın piyasalaştırılmasını sürdüreceği gerekçeleriyle sert bir şekilde karşı çıkılan Avrupa Birliği Yeşil Mutabakat’ına uyum amaçlı bir Eylem Planı yayımlandı. Üstelik Ticaret Bakanlığı tarafından hazırlanmış bir plan! Buradan Plan’ın alt başlıklarında yer alan enerji, tarım, ulaşım gibi alanlara yönelik düzenlemelerin ekosistem tahribatlarını gidermek için değil, doğanın sermayeye peşkeş çekilmesini kolaylaştırmak için olduğu anlaşılıyor.

***

Tüm bunları tartışmak için yeni bir kavrama ihtiyacımız yok belki ama yine de bu süreçlerin ilişkiselliğini gösterebilmek için kullanabileceğimiz bir kavram olarak “ekokırımsal kapitalizm” tarifinden faydalanabiliriz. Vishwas Satgar, The Other Side of Ecocide başlıklı yazısında bu ilişkiselliğe dikkat çekiyor. Müştereklerin çitlenmesi sürecini, ekokırımın bir önkoşulu olarak kodluyor ve 16. yüzyılda tarımsal kapitalizmin doğuşundan itibaren kabaca izini sürerek tarihsel bir bağlama oturtuyor. Bu doğrultuda ekokırımı “vahşi sömürgecilik ve kapitalist emperyal tahakküm biçimlerini anlamlandırma”ya yarayan “sosyo-ekolojik sistemlerin büyük çapta yok edilmesi” biçimleri olarak tanımlıyor: “Madencilik (kömür, platin ve stratejik nadir toprak elementleri), ihracata dayalı tarım, araba üretimi, milli parkların korunması, teknokratik kent yönetimi, kitlesel tüketim, petrol ve gaz çıkarma yoluyla karbon bazlı mineral-enerji kompleksinin yeniden üretimi, hepsi ekokırımsal kapitalizmin mantığıyla iç içe.”

***

Bu açıdan bakıldığında, sorun çiftçinin çektiği bentleri de iklim krizi ile tarım politikaları arasındaki ilişkiyi de içeriyor ve üstelik aşıyor. Örneğin, Kemaliye’de yapılmak istenen madencilik faaliyetini de kapsıyor. Veyahut Akçay’da binlerce kuşa, yılan balıklarına ve yüzlerce bitkiye ev sahipliği yapan Akçay Sazlığı ve Sulak Alanı’na planlanan gayrimenkul projesini...

Hatta dere yataklarının ve dere kenarlarının betonla, vadi tabanlarının asfaltla kaplandığı Karadeniz’de, artık her yıl tekrar eder hale gelen sellere rağmen hala daha Bartın-Kurucaşile yolu gibi projelerin sürdürülmesini de...