Sosyal demokrasinin ötesinde

LOREN BALHORN VE LİNUS WESTHEUSER

ÇEVİRİ: EGEHAN ÜNLÜ

(Bu metin ilk olarak Jacobin Dergisi’nde yayımlanmıştır. Metne ulaşmak için tıklayınız.)


Günümüz sosyal demokrasisini aşmak istiyorsak, onu geçmişte başarılı kılan şeyin ne olduğunu anlamak faydalı olacaktır.

Avrupa Sosyal Demokrasi’si için iyi haberler azaldı. Bir avuç dolusu istisna dışında, bir zamanların kitle partileri her yerde hızlı bir düşüşe geçti, bazı yerlerde ise yok olmakta. Yine de Avrupa Birliği ülkelerinin neredeyse yarısı ve Alman eyaletlerinin üçte ikisinde sosyal demokratlar iktidar ortağı. Sosyal demokrasinin slogan ve sembolleri, bir zamanlar toplumsal umudu teşekkül etmelerine rağmen, bugün birçok yerde özellikle genç insanlar nezdinde güç politikasının ikame edilebilir birer parçası olarak görülüyorlar. Sosyal demokrasinin bu durumunda, düşene bir tekme daha atmaktan imtina etmeyen bir komedyen de hep bulunuyor.

Peki bu bizi rahatsız etmeli mi? Sosyal demokrasi, kapital karşısında tavizler vermeye her zaman hazır değil miydi? Başından beri güç mekanizmalarına müdahil olmayı beklemiyor muydu? Neticede ona umut bağlayan küçük insanların düşmanı değil miydi? ‚Almanya’da Kasım Devrimine olan ihaneti atasözlerine bile konu oldu, mesela Erich Mühsam’ın, devrim olurken kitap yazmak için evden çıkmayan terbiyeli, çakma devrimciyle ilgili alaylı dizeleri herkesin aklında:

“Nasıl devrimcilik oynanır, bir yandan sokak lambalarını silerken.”

Sosyal demokrasi hakkında en zekice ve yıkıcı sol eleştiri 1985 yılında yayımlanan Ralph Miliband ve Marcel Liebman’ın “Beyond Social Democracy (Sosyal Demokrasinin Ötesinde)” adlı eseri. Yazarlar bu eserde sosyal demokrasiyi, uzlaşmacı tavırlarıyla sosyal reformların etki alanını sistematik olarak kısıtlamak ve böylece sağdan gelen karşı taarruza olanak vermekle suçluyor. Bunun dışında yazarlar, sosyal demokratik siyasetin temel tesirinin alttan gelen ve kendiliğinden ortaya çıkan hareketlenmeleri nasıl ağır, alışılagelen ve tek derdi seçim kazanıp kadro kapmak olan bir parti aparatının kontrolü aldığını gösteriyorlar.

Miliband ve Liebman’ın keskin eleştirileri güncelliklerinden bir zerre bile kaybetmiş değil. Sosyal demokrasiye karşı oluşturdukları formül “devrimci reformizm” de eskiden olduğu gibi halâ ilgiyi hak ediyor. Buna rağmen, sosyal demokrasinin yavaş yavaş ilerleyen krizinin er ya da geç yeni bir hareketlenme yaratacağına dair tasavvur ise gerçekleşmedi. Benzer şekilde aradan geçen bir buçuk nesil sonrasında, yeni sosyalist partilerin ortaya çıkacağına dair ihtiyatlı umutları da paylaşamıyoruz.

DEVRİME HAZIR OLMAYAN BİR TOPLUMLA SOSYALİZME NASIL ULAŞMALI?

Sosyal demokrasi krizinin ilerici güçlerin ortaya çıkarmadığının aşikâr hale geldiği günümüzde, duruma bir de tersten bakmak; sosyal demokrasinin sadece stabilize ederek frenleyip uslu uslu iktidar ortağı olmadığını, aynı zamanda on yıllar boyunca emekçi insanlardan oluşan radikal bir hareket olduğunu ve sonrasında da geniş kitleler için kayda değer kazanımları mücadeleyle sağladığını hatırlamak faydalı olacaktır. Aynı şekilde, sosyal demokrasinin tarihi boyunca cevaplamakta başarısız olduğu soruların, iddialı bir program ortaya koymak için çalışan bütün siyasi güçlerin karşı karşıya olduğu sorularla aynı olduğu da hatırlanmalıdır.

Hem mevcut kurumların içinde hareket etmek hem de kendi vaatlerini gerçekleştirmek için bu kurumların ötesini düşünmek mecburiyetinden doğan ikilemle nasıl başa çıkmalı? Bir yandan ulusal bir uzlaşı sağlamaya çalışarak diğer yandan toplumun belirli bir kesimi -emekçiler- için nasıl bir siyaset yapmalı? Devrime hazır olmayan bir toplumla sosyalizme nasıl ulaşmalı?

BİR TOPLANMA HAREKETİ OLARAK SOSYAL DEMOKRASİ

Sosyal demokrasi ilk olarak, 18 ve 19 Yüzyıl’daki kapitalist üretim biçimine dayanan sömürü ve sefalete karşı ortak bir siyasi cevap olarak ortaya çıktı. Geleneksel çevrelerinden koparılarak sürüklendikleri kent merkezlerinde, yaşadıkları sefalet ve emekleriyle büyüyen kapitalist dünya pazarını besleyen milyonlarca fakir tarım işçisi; yeni ortaya çıkmaya başlayan fabrikalarda toplandılar. Çevrelerindeki kentsoylu üst kesim zenginleşirken, refahın yaratıcıları daha önce içinde bulundukları kırsal yaşama göre hayat kalitelerinin nasıl şiddetle fenalaştığına şahit oldular.

Endüstriyel yaşam tarzının zorlukları yayıldıkları her yerde mukavemetle karşılaştılar. 1830’ların Berlin’inde ilk işçi ayaklanmaları iş koşulları yüzünden değil, nadir tesellilerden olan sigaranın yasaklanmaya çalışılmasıyla alevlendi. Başka yerlerde ise zanaat sahipleri, kendilerinin yerini alması beklenen makinaları parçalamak için fabrikaları bastılar.

Sosyal demokrat partilerin amacı, alt sınıfların bu çoklu mukavemetini birleştirip siyasi olarak örgütlemekti. Onlar her türlü işçi birliği ve radikal grubun bir araya geldikleri toplanma yerleriydi. Akımlar arası farklılıklar ise dinamikti, bunlar birbirlerini etkileyip alevlendirdiler aynı zamanda önemli stratejik sorular halâ çözümlenmemişti. Herkesin temelde birleştiği tahlil ise sefalet ve eşitsizlikle mücadele etmek ve derin bir toplumsal demokratikleşmeyi hayata geçirmek için; bordro mahkumlarının, üretim, değişim ve bölüşümde kilit noktalarını ele geçirmesinin gerekliliğiydi.

Sosyal demokrasi bu hedefle, mevcudiyetinin ilk on yıllarında devlet tarafından ağır baskılarla karşı karşıya kaldı. Bu dönemde devlet gücünü ele geçirmek için değil, bu güce karşı olarak savaşıyordu. Etkisi ise meclis grubuna değil; parti hücreleri, sendikalar ve de koro ve bisiklet dernekleri gibi kitlesel örgütlerden oluşan devasa bir ağa dayanıyordu. Bu ağ ise işçilerin ideal ve kimliklerini neredeyse tamamen içlerine kapanık olarak oluşturdukları, proleter bir paralel topluma ait kültürün sabit bir parçasıydı.

İşçilik yapan, fakir ve toplumca aşağılanan insanlardan oluşan bu kitlesel hareketin, nasıl gerçek güce dönüştürüleceği sorusu meydandaydı. Temelde bunun için iki yöntem mevcuttu: SPD’li Rosa Luxemburg ve diğer kitlesel grev savunucuları, işçilerin üretimi durdurarak kapitalin siyasi gücünü kırmak için gerekli gücü ellerinde bulundurduklarını vurguluyorlardı.

Diğer taraftan emekçilerin; parti ve sendikalarından gelen örgütsel güçleri vardı. Bu yaklaşıma göre hükümet çoğunluğu sosyal demokrat partilerce ele geçirilirse, harekete devletsel araçlar kazandırılarak sosyalist umutlar gerçeğe dönüştürülebilirdi.

Bu strateji tartışmasının arkasında yatan temel soru ise “devletle nasıl münasebet kurulmalı” sorusuydu. Sosyal demokrasinin atalarından, Rheinlandlı zanaatkar August Bebel, 1870’te bir sınıfın iktidarına dayanan devleti, bir halk devletine dönüştürme hedefini ilan etti. Belçika’daki hareketin kurucularından Cesar De Paepe ise bundan birkaç yıl sonra, ademi merkeziyetçi bir federasyon yapısında, ekonominin en önemli kollarını idare eden ve uzun dönemde kendisini lüzumsuz kılacak ideal bir “yeni devlet” tasarlamıştı. Bu bağlamda devlet sorunsalı, hareketin içinde ve en önemlisi de marksizm ve anarşizm arasında gelişen derin yarıklara yol açtı. Yine de 1889’da Paris’te Sosyalist Enternasyonal’in kuruluşunda bütün üyeler devlet gücünü ele geçirerek, sosyalizme geçişte ilk ve gerekli ara aşamanın başlatılması hedefine taraftar olduklarını belirttiler.

Parlamenter güç ve “demokratik sınıf mücadelesinin” (Sosyolog Seymour Lipset’in deyimiyle), sosyalizme giden yolu yapacağı anlayışı, o zamanlar boyun eğmenin bir işareti olarak görülmüyordu. İşçi hareketinin bütün kanatları “reformist” idi ve hem ücretler ve çalışma koşullarında sağlanacak doğrudan iyileşmeleri hem de genel oy hakkı için mücadele etmeyi, uzun dönemli toplumsal dönüşümün temel yapıtaşları olarak kavrıyorlardı.

Çoğunluk, parlamenter güce erişmek için verilecek olan mücadelenin önemine ikna olmuştu: geniş toplum tabakalarının proleterleşmesi artıyor, sosyal demokrasinin “doğal” seçmen kitlesi genişliyordu. Henüz 1895’te Engels şu tespitte bulunmuştu: “Bu böyle devam ederse, yüzyılın sonuna kadar toplumun orta tabakaları, küçük burjuva ile küçük çiftçilerin büyük bir kısmını fethedeceğiz ve ülkedeki diğer tüm güçlerin, isteseler de istemeseler de önünde eğileceği bir güç haline geleceğiz.”

PARTİLERİN EN GÜÇLÜSÜ

Gerçekten de kitlesel grevler hezimetle sonuçlanırken (1902 Belçika, 1909 İsveç veya 1921’de Norveç’te olduğu gibi) aynı esnada genç sosyal demokrasi, ilk dönemdeki serbest seçimlerde zaferden zafere koşuyordu. Almanya’da işçi hareketinin meclisteki kolu SPD, 1912’de %34,8 ile açık ara partilerin en güçlüsü haline geldi, neredeyse diğer bütün Batı Avrupalı ülkeler de bunu takip edeceklerdi. İlk sosyal demokratlar, kapalı kapılar ardında aktif grupların önce bir karşı kültüre, sonra bir kitle hareketine dönüştüğünü ve nihayetinde devlet nezdinde güç talebinde bulunabilecek bir konuma gelmelerini tecrübe ettiler. Neden böyle başarılı bir strateji sorgulanmalıydı ki?

Buna rağmen parlamenter yöntem, sosyal demokrasiyi toplumsal çoğunluklar organize etmeye ve siyasi ittifaklar kurmaya mecbur etti. Çünkü öngörülerin aksine proletarya sonsuz bir biçimde genişlemiyordu. Bunun yerine bürokrasi, sosyal devlet, ticaret ve sanayideki idari kadroların genişlemesi ne tamamıyla işçi sınıfına ne de kapitalist sınıfa ait, yaşam tarzı ve dünya görüşü olarak kendilerini proleter kültürden mümkün mertebe ayrıştıran yeni orta sınıflar yarattı. Köylüler de sayıca azalmalarına rağmen, hala önemli bir gruptular. Böylece sosyal demokrasi birçok parlamentoda en büyük güç haline gelmesine rağmen, tek başına iktidar olmaya yetecek oya sahip değildi. Programını gerçekleştirmek için, işçi sınıfı dışından müttefikler aramaktan başka seçeneği yoktu.

Bu parlamenter mantığa gittikçe daha fazla taraf olan sosyal demokrat partiler, emekçi sınıfların etkinlik ve çıkarlarını birleştirmeye ek olarak taktiksel yaklaşımlarla bu bileşenleri yumuşatmaya ve geri tutmaya başladırlar. Bunu yapmalarının bir sebebi, aceleci bir ayaklanmanın ters tepeceği korkusuyken diğer sebebi ise makul ve devlet bilinci taşıyan bir güç olduklarını göstermek, parlamentolar ve ittifaklardaki pozisyonlarını tehlikeye atmamaktı.

Çeşitli büyük koalisyonların (mesela 1928-30) parçası olarak sosyal demokrasinin seçim başarısı bu konumda da yine devam etse de proleter çevrelerin siyasi kolu olarak zayıflaması, kendini bilhassa 30’larda, işçilerin Nazilere akın etmesinde gösterecekti.

UZUN BİR GÜN BATIMI

Filmi ileriye saracak olursak: sosyal demokrat sınıf ittifakı stratejisi kısa süreli tamamiyetine 50 ve 70’li yıllar arasındaki uzun soluklu sınai gelişme döneminde erişti. Üretkenlikte yaşanan önemli artışlar, gıda ve dolayısıyla emeğin yeniden üretim maliyetlerinin düşmesi, güçlü işçi örgütlerinin korporatist sisteme dahil edilmesi ve de devlet eliyle toplumsal refahın dağıtımındaki artış; geçici olarak da olsa sıfır yekünlü bir oyun olarak sınıf mücadelesi yaklaşımının terkedilmesine imkân sağladı: İşçilerin kendi üretimlerinin yarattığı değerden aldıkları payın artması, kapitalin çıkarlarına çok da dokunmadan mümkün oluyordu.

Sosyal demokrat söylem de siyasi rakibi merkez sağ gibi işçi ve kapitalistler arasındaki çıkar çatışmasından, sınıfsız bir ilerleme vizyonu ve yurttaşlar arasındaki sosyal dengeye doğru kaymaya başladı. Hükümete katılan sosyal demokrasi, gelişmenin verdiği serbest alanlardan yararlanarak eğitime katılımın arttırılması, sosyal devletin genişletilmesi ve de yeni sosyal hareketlerden gelen kürtaj ve homoseksüelite gibi konularda liberalleşme taleplerini gerçekleştirmeye başladı. Sosyal demokrasi sadece işçilerin değil, gittikçe daha fazla söz sahibi olan orta sınıfın ilerici kesimlerinin de desteğini almaya başladı. Ortaya çıkan kuvvetli bir ittifaktı: 1968’de İsveç Sosyal Demokrasi’si oyların %50’den fazlasını, Fransız sosyalist Mitterand ise 1974’de oyların %43’ten fazlasını almayı başardı. SPD de 1972’de kendi tarihindeki en fazla oy oranına erişti.

Bu yükselişler yine de sosyal demokrat stratejinin barındırdığı sınırlamalarda değişiklik yaratmıyordu. Sisteme payanda olan sosyal demokratlar, mevcut güç ilişkilerine uyum sağlayıp enternasyonalizm gibi geçmişteki prensiplere veda ettiler. Göçmen işçiler uzun süre refah devletinin sağladığı güvencelerden yoksun kaldılar. Fransa’da sosyal demokrasi Güney Doğu Asya’daki koloni savaşlarına müdahildi. Batı Almanya’da “sosyal liberal” Willy Brandt, güvenlik aparatının listesinde bulunan binlerce solcunun kamu hizmetinden kovulması anlamına gelen radikaller kararnamesine (Radikalenerlass) destek verdi.

Sosyal demokrasinin devlete dahil olması bir yandan sosyalist radikalleşme koşullarının altını oyarken sosyal demokratik sınıf ittifakı diğer yandan toplumun çoğunluğu için iyileşmeler elde ediyordu. Bu çoğunlukla, tüketim aracılığıyla statü inşa edip toplumsal yaşamdan pay almak ve de insanların iş dışında kalan zamanlarında da bir yaşam kurmalarının olanaklı haline gelmesi demekti. Çünkü çalışanlara sınıfsız yurttaşlar olarak hitap edilmesinin ardında her zaman bu gurubun tüketicilere indirgenmesi yatıyordu. Buna rağmen en güçlü oldukları zamanlarda, temel sosyal demokrat hedefler de siyasete yansıyordu. Bu bağlamda İsveç Başbakanı Tage Erlander 1974 yılında artan vergilendirme, regülasyon ve devletleştirmeye binaen şunları söylüyordu: “Vergilendirmeyle kapitalist ekonominin yüzde ellisine el konuldu. Biz bu oranı yüzde 60, 70, 80’e ulaştırırsak, refah devleti sosyalizmin bir formu haline gelir.” August Bebel bu durumla gurur duyardı.

Biz bu kazanımların kırılgan olduğunu bugün çok iyi biliyoruz. 70’lerin ortasında savaş sonrası sosyal demokrat düzenin ilk çatlakları gün yüzüne çıkmaya başladığında, kapitalin karşı atağı tüm kuvvetiyle başladı. O zamanki bağlam içinde sosyal demokrasinin stratejisi anlaşılabilirdi. Radikal öğrencilerin söylemlerinin aksine, Batı Avrupa’da sosyalist bir devrim söz konusu değildi. Bunun aksine ekonomik gelişmenin parlamenter siyasetle sosyalleştirilmesi; kapitalizmin kritik noktalarda dizginlenmesi ve mülksüz çoğunluğun çıkarlarının siyasi sistemde yerleşmesine dair imkânlar sunuyordu.

TEMELLERE DÖNÜŞ

Bugün neoliberal karşı atağın bıraktığı harabeden, 70’li yılların ilerleme ve demokrasi söylemiyle bezeli optimizmine baktığımızda, sosyal demokrasinin erken yıllarının kitle organizasyonları ve devrim çok geride kalmış görünüyor. Günümüzde sosyal demokrasinin ötesine dair soru, Miliband ve Liebman dahil olmak üzere 70’li yılların sosyalistlerinin aksine, ezici bir sosyal demokratik hegemonyanın baskısı altında radikal kuvvetleri ortaya çıkarmakla ilgili değil. Bizim açıklığa kavuşturmamız gereken şey, içinden doğduğu toplumsal zıtlıklar varlığını korumaya devam ederken, uzlaşıya dayalı reformist konumunu bile kaybetmeye yüz tutmuş bir sosyal demokrasiye yönelik tavrın ne olması gerektiğidir.

Sosyal demokrasiyi, kapitalist ekonominin yol açtığı sömürü, baskı ve ekolojik tahribata verilen tarihsel tepkilerden biri olarak görürsek bütün itirazlara rağmen onun bu tepkilerin en başarılısı olduğu söylenebilir. Sosyal ve ekonomik krizlerin kontrol dışına çıkmaya başladığı ve işçiler ve orta sınıfı bir araya getirecek geniş bir harekete çok ihtiyaç duyulduğu anda yok olmaya yüz tutması ise büyük bir trajedi.

Siyasi geleneklerin, tarihsel sadakatin ve hem güncel yaşamda hem de kurumsal temellenmenin eksikliğini yaşayan sosyal demokrasinin solundaki yapılanmalar, sosyal demokrasinin toplumsal rolünü üstlenmeyi başaramadı. Occupy Wall Street gibi bir parti haline gelmeyen hareket ve dağınık eylem platformları, binlerce parçaya bölünmeden kuruldukları formlarının dışına çıkmayı başaramadılar. Yunan Syriza ve Portekizli Bloco, neoliberal reformları skandalize ederek noktasal başarılara imza atsalar da sadece Yunanistan’da hükümet sorumluluğu almayı başardılar -bu da büyük bir moral bozukluğuyla neticelendi.


Diğer coğrafyalarda ise çoğunlukçu oy sisteminin desteğiyle, geleneksel sosyal demokratik yapılanmalara yeni bir ruh üflenmeye çalışılıyor. Jeremy Corbyn’in geçici başarısı veya Bernie Sanders’ın ABD’deki adaylığı, Avrupa’daki sol partilerin duraklaması karşısında, Sol’un esas ve radikal bir sosyal demokrasiye dönüş umudunu canlandırıyor. Bu umudun kuşkular barındırdığını kanıtlamak makul solcuları zorlamasa gerek. Ancak bu yaklaşımın avantajını, kitlelere hitap edebileceğini kanıtlamış bir yapı, gelenek ve siyasi kimliklerden yola çıkması oluşturuyor. “Sınıf mücadelesine dayanan bir sosyal demokrasinin”, tekil seçim kampanyalarından ne kadar daha uzun ömürlü olacağını göreceğiz. Her hâlükârda malum olan şey ise özlemi duyulan eski güzel sosyal demokrasiye dönüşün mümkün olamayacağı. Bunun bir sebebi bahsi geçen bu eski sosyal demokrasinin hiçbir zaman var olmayıp kendini; değişen güç dengeleri, ekonomik konjonktür ve öz çelişkileriyle başa çıkmada anlık ve deneysel stratejilere başvurarak tarih boyu yol almasıydı.

Bugünkü konjonktürün savaş sonrası sosyal demokrasiden ayrımını; yalnızca sanayinin gerilemesi, eğitimin geniş kitlelere yayılması ve de kapital ile emeğin globalleşmesi değil, aynı zamanda üst tabakadaki küçük bir kitlenin çıkarlarıyla insanlığın geri kalanının çıkarları arasındaki sıfır yekünlü oyunun da geri dönüşü oluşturuyor. Bunu; refahın dağılımı için vergi ile finanse edilen sosyal sigorta sistemleri, kamu mülkiyetinin geliştirilmesi veya çalışma saatinin düşürülmesi gibi klasik reformist tekliflerin bile muktedirlerin serveti, nüfuzu ve kârlarına dokunmak pahasına destekleneceği anlaşıldığında devrimci olarak algılanmalarında görüyoruz.

ESKİ GÜNLERE DÖNMEK MÜMKÜN OLMAYACAK

Oligarşik sistemin parçası olarak sosyal demokrasinin yerin dibine batması gönül rahatlığıyla temenni edilebilir. Sosyal demokrasinin ötesinde, geniş kitleler için radikal-reformist ve parlamento temelli bir siyaset yaklaşımı, biz mülksüzlerin kendi çıkarları için ayağa kalkmaları ve ekonomi dahil hayatın bütün alanlarını demokratikleştirmek için en yakın çözüm olabilir. Bu durumda aynı zamanda bize de ilişkin olan sosyal demokrasi tarihinin çelişkileri ve cevaplanmamış sorularıyla bizim de yüzleşmemiz gerektiğini kavramak gerekiyor.