Bugün, 9 sayfalık bir iddianame ile hemen her örgüte üye edilen 6 gazeteci yargıç karşısına çıkıyorlar. Aralarında BirGün’ün Mahir Kanaat’ı da var. Mahir’le birlikte Tunca Öğreten ve Ömer Çelik’in 304 günlük hapisliklerinin sonra ermesini umuyoruz. Umuyoruz, çünkü her şeyimizi alsalar da umudu alamıyorlar!

Dört duvar arasında o 304 günün nasıl geçtiğini yaşayanlar bilir. Dört duvar arasında yaşayanlar ve, belki daha zoru, dışarda onları bekleyerek yaşayanlar.

Hayat hiç dur durak bilmez, hep devam eder! Hayatı birlikte omuzlayanları ayırır bazen içerisi, bazen de içerdeyken omuz omuza verilir hayata karşı.

Mahir’inki ilki; o hoyratça hayat arkadaşından koparılırken hayat arkadaşı 9 aylık hamileydi ve Mahir cezaevindeyken baba oldu ikinci kez. Tunca’nınki ikincisi; duvarlar aralarına girmişken evlendiler Minez’le…

Diyarbakır’dan, memleketin bir ucundan kalkıp öbür ucuna hapishane ziyaretine gitmenin ne demek olduğunu; bir eşi, sevgiliyi ayda bir kez görebilmenin yaşattığı duyguları Tülay bilir, Ömer’in eşi.

Mahir’in içeriden yazıp gönderdiği mektubunu hatırlıyorum: “Bu mektubu yazarken esir edilişimizin 38. günü, tutuklanışımızın 14. günü...” diye başlamış ve “Hepinizi çok özledim. Herkese selamlar, kendinize iyi bakın” diye bitirmişti.

Tam 266 gün geçti o mektubun üzerinden; özlem büyüdü, selamlar birikti, içeride ve dışarıda bize kötü gözle bakanlara inat bakabildiğimizce iyi baktık kendimize…

Mahir’in o ilk mektubundan daha çok içeriden gönderdiği, kaldığı yeri çizgilerle anlattığı resim etkilemişti beni. O resimle 1981’in bir kış günü Mamak’tan yazdığım mektuba gitmiştim!

Yazdıktan epey sonra, babamın ölümünün ardından çekmecelerini karıştırırken tekrar karşılaşmıştım o mektupla. Hepsi tarih sırasına göre dizilmiş, özenle bağlanmış “Görülmüştür” damgalı mektuplar arasındaydı. O mektupta, tıpkı Mahir’in penceresi gibi, gökyüzünü izlediğim koğuş penceresini, gökyüzünü eşit karelere bölen parmaklılarını, penceremin her bir karesinden bakarak yıldızları sayışımı anlatıyordum. Gökyüzünü onlarca eşit parçaya bölen parmaklıklar…

Onun dışında çoğu aynıydı mektupların; “Nasılsınız? İyi misiniz? Annem nasıl? Beni merak etmeyin, ben çok iyiyim. Filancaya selam…” Ne bulduysa o sıradan mektuplarda babam, ölene kadar saklamıştı!

Bugünkü davanın beni en fazla düşündüren yönlerinden biri de adı: “Sosyal Medya Davası”. Davayı yakından takip edenlerin yakıştırdıkları isim bu. 304 gündür özgürlüklerinden yoksun olan gazetecilerin büyük suçu; Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın maillerini yayımlayan RedHack’in paylaşımlarını sosyal medyada paylaşmak ve haberleştirmek…

Internet tekerleğin icadı kadar önemli bir gelişme sayılmış ve vatandaşlara sağladığı olanaklar ifade özgürlüğü sınırlarının olağanüstü genişlemesi olarak selamlanmıştı. “Arap Baharı”ndan Occupy hareketine kadar son dönemlerin bütün önemli toplumsal hareketleri sosyal medyanın gücüyle açıklanmaya çalışılmıştı.

Madalyonun diğer yüzü zamanla ortaya çıktı ve kimi ülkelerde asıl yüz haline geldi. Sosyal medyanın, devletlerin gazetecileri ve vatandaşları izleme aracı olabildiği de görüldü. Bir kararla Twiter’ı, Youtube’u, Facebook’u kapatmanın, Wikipedia gibi bilgi kaynaklarına ulaşımı engellemenin işten bile olmadığını anladık.

Sosyal medya kullanım oranının dünya çapında baş döndürücü bir şekilde arttığı son on yılda küresel basın özgürlüğü en düşük seviyede seyretmeye başladı.

Bu yıl ortasında yayınlanan, “2016 yılı içinde Cumhurbaşkanı’na hakaret ve devletin organlarının saygınlığına karşı suçlar kapsamında, 46 bin 193 işlem yapıldı” şeklindeki bir haberi, ki o suçların kahir ekseriyeti sosyal medyada işlenmiştir, tekzip eden Adalet Bakanlığı, “Cumhurbaşkanına hakaret suçundan 3658 kişi hakkında kamu davası açıldığını” bildirmişti. Yine çoğu sosyal medyada!

Özgürlük alanı olarak selamlanan sosyal medyanın bir tür kapana dönüştüğüne de tanık oluyoruz!
Gazeteciler bugün bir “sosyal medya davası”nda yargılanıyorlar. Biz özgürlüklerine kavuşacaklarını umut ediyoruz!