Yani an, devingen, canlı bir şey ve o yüzden biricik. Gökten zembille inen yüce bir şey değil. Yakalanacak bir şey de değil

Sosyal Medya ve Zen

TUĞÇE ISIYEL / tugceisiyel@gmail.com
Psikoterapist

“Anı yaşa”, “anı hisset”, “anı yakala” ifadelerini haftada birkaç defa duymayan ya da orada burada okumayan herhalde yok gibidir. An’a dair olan bu söylemler elbette yeni değil. Milattan 23 yıl kadar önce Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius da, bir şiirinde “carpe diem” ifadesini kullanmıştır. Carpe diem, “günü yaşa”, “günü yakala” olarak Türkçeye çevrilmiştir. Hatta bu kelimenin yer aldığı satır tam olarak şöyledir; “Günü yakala; yarına çok az güven. ”

Fakat son yıllarda özellikle sosyal medyanın hayatlarımızın tam ortasına bağdaş kurmasıyla, “anı yaşa” ifadesinin evrildiği biçim biraz sorgulanmayı hak ediyor sanki.

Öncelikle an denilen şeyin peşinden atlı kovalıyormuş da, biz de ona bir an önce yetişmeliymişiz gibi bir algı yaratılıyor. Hâlbuki an dediğimiz şeyin içinde geçmiş de, gelecek de, şimdiki zaman da soluklanır. “An”ı bu kadar idealize etmekle ve onu ayrı bir yere koymakla ne yazık ki onunla aramızda bir mesafe yaratıyoruz. Son zamanlarda dile bu kadar pelesenk olmuş bir kavramın bu denli konuşulması bir şeylerin ters gittiğini düşündürüyor bana. Çünkü bir şeyi çok fazla dillendirmemiz, onunla bir alıp veremediğimiz olduğunu gösteriyor aslında. Bir şey hakkında çok fazla konuşmak, o şeyi dışımızda tuttuğumuzu, onunla kendimiz arasında bir mesafe yarattığımızı ve konuşulan her neyse onu bir türlü içselleştiremediğimizi düşündürüyor. En azından benim gözlemlerim ve deneyimlerim şimdilik bu doğrultuda. Bir şeyi çok tekrarlayan bir insanın, kendisini tekrarladığı o şeye ikna etmeye çalıştığını düşünüyorum, bu yüzden de savunduğu şey her ne ise bana pek sahici ve güvenilir gelmiyor. Aforizmalarla, sloganlarla düşünmeye alıştığımız bir çağda ve toplumda yaşamamız, çoğu kavramın temeline inmemizi ve onunla hemhal olmamızı da engelliyor sanırım. An da bu kavramlardan biri. Pek kıymetli düşünürleri, yazarları, fikirleri hazırlanan capslerden ya da birilerinin paylaştığı facebook/twitter iletilerinden tanıyoruz. Ve ilginç bir özgüvenle onlar hakkında iki cümle duyup tartışmaya girebilecek yeterlilikte görebiliyoruz kendimizi. Derin, kapsamlı ve ince düşünebilmenin uzağına düşüyoruz gitgide. Kendimizi hep aynı kelimeler ve kavramlarla ifade etmeye, düşüncelerimizi hashtaglere ve 140 karaktere sığdırmaya, duygularımızı emojilerle yansıtmaya çoktan alıştık sanki. Böylesi çok daha kolay ve pratik çünkü. Bu durum ise bir zihin çürümesi oluşturuyor. Sonra çürüyen o zihinler koku yapıyor haliyle ve ardından bu toplum niye böyle pis kokuyor diye söylenip duruyoruz.

Bu yanlış anlaşılan ya da işine geldiği gibi anlaşılıp yorumlanan “anda kalma” meselesi ilişkilerde de kendisini pek sık gösteren bir fenomene dönüşmüş durumda. Bağ kuramayıp bağlantı kurmakla yetinen, çift olmakla çiftleşmek arasında ciddi uçurumlar yaratan birliktelikler, ilişkiye isim vermekte zorlanıp daha doğrusu isim veremeyip iki kişinin beraber oluşunun “takılmak” kelimesinde ifade bulması çağımızın “anlık” yaşayış gerçekliklerinden biri ne yazık ki. Bir de bu isim vermeme meselesinde esas niyetin, kişilerin kendilerini bir kalıba sıkıştırmaması, kalıpların dışına çıkmayı istemesi var ki kalıbın ta kendisi olmuş durumda. İsim verilmesine ya da verilmemesine öykünüyor değilim ancak bu durumla ve bu durumun sonuçlarıyla kurulan ilişkiyi göz ardı etmemek gerektiği kanaatindeyim.

Sosyal medyadaki birtakım uygulamalar da bu gerçekliği iyice pekiştirebiliyor.

Yemeksepeti'nden hazır yemek sipariş etmek gibi hazır bir aşk, hazır bir ilişki, hazır bir cinsellik sipariş etme arzusuyla kullanılan bazı uygulamalar var. Sipariş edilen yemeğin hemen kapımıza gelip hızla tüketilmesi gibi yaşanılan bu ilişki biçiminin de hemen elde edilip tüketilmesi gerekiyor ki yeni ihtimallere -belki de yeni siparişlere- hemen yer açılabilsin. Yani fast food çağında fast ilişkiler. (Slow food devrimi gibi bir slow ilişki devrimi olsa nasıl olur acaba?)

Bu uygulamalardan kast ettiğim OKCupid, Tinder, Happn vs. gibi birtakım aplikasyonlar.

Burada en temel amaç, bir spor salonuna, bara, partiye gitmeden, oturduğunuz yerden insanların fotoğraflarına, daha doğrusu yarattıkları imaja bakarak hoşunuza gideni seçmek ve eğer bu durum karşılıklıysa da tanışmak. Devamı, karşılıklı taleplere göre değişiyor. Kolay ulaşılabilir olması en büyük avantajı. Bu seçimlerde anı en iyi kim yaşatıyorsa ya da bunu kim vaat ediyorsa genelde onun peşinden gidilebiliyor. Az önce kimin ya da neyin en iyi olduğunun önemi yok, biraz sonra ne olacağının da, hatta ötekinin ne hissettiğinin de...

An denilen şey, içinde sadece hazzı barındırıyormuş gibi, bazı kişiler bu kavrama sırtlarını dayayarak hayatlarında sadece iyi hissetmeye, heyecana, coşkuya yer açmak istiyorlar. Bunların dışında herhangi bir duygu durumu oluşuyorsa ya da kişinin beklentilerinden uzak bir talep geliyorsa “anı yaşayabilmek” adına hemen oradan, o kişiden uzaklaşılıyor.

An’da kalmanın(!) özeti niteliğinde bir de SnapChat denilen bir uygulama var. Bu uygulama ise özellikle 18-24 yaş arası gençler tarafından kullanılıyor. Burada yapılan şey, fotoğraflar çekip takipçilerinize ya da direkt mesajlaştığınız kişilere yollamak fakat her ne çekerseniz çekin, 1 ila 10 saniye arası ömrü var. Sonra yok oluyor. Çektiğiniz fotoğrafın üzerine desenler yapabiliyor, yazılar yazabiliyor ve filtreler ekleyebiliyorsunuz. Ayrıca bütün bir günün fotoğraflarıyla “hikâyeler” oluşturabiliyorsunuz. Ama sonra çöpe gidiyor tüm bunlar. Anı yaşayanlar için mükemmel bir uygulama olabilir. Biriktirme, tutma, saklama yok, ilerisini düşünme yok, o anda olan biten şeyler var sadece o kadar.

Bu uygulamaların olumsuzluklarına değinmeyeceğim zira tehlikeleri ve başa açtığı belalar üzerine epey yazılıp çiziliyor. Sonuçta kulanıp kullanmamak herkesin kendi tercihi fakat kullanılıyorsa birtakım riskleri de göze almak gerekiyor sanki.

Bu kullanımların en temelinde kişilerin kendilerini yalnız hissetmelerinin rol oynadığını düşünüyorum. Sosyal medya, yalnız kalamayışların bir imdat butonu hâline gelmiş durumda. Tanımadığımız kişilerle facebook üzerinden arkadaş olmamız, “arkadaş” sayısının yüzleri, binleri bulması ancak akşam iki çift laf edecek, dertleşecek kimseleri bulamamaktan mustarip insanların hikâyeleri psikoterapi seanslarını dolduruyor. Sosyal medya hesaplarında paylaşılan fotoğraflar, gönderiler hep en olumlu nitelikte. Sosyal medyaya yansıtılan yüzümüz hep en güzel, en güler, en eğlenceli yüzümüz. Aman kimse bilmesin gerisini, olumsuzluklarımızı, hayal kırıklıklarımızı, travmalarımızı. Bir imaj yaratalım ve bu imaj üzerinden var edelim kendimizi. Başkalarıyla muhatap oluşlarımız hep bu sahte imaj üzerinden olsun.

Her anımızı yazalım iletilerimize, gösterelim fotoğraflarımızla... Güneşin batışını izlemektense fotoğrafını çekelim mesela ya da gittiğimiz konserde en sevdiğimiz şarkı çalınca o şarkıda dans etmek yerine videoya alalım onu, kahveyi soğutmak pahasına da olsa çeşitli açılardan çektiğimiz bir instagram sanatı icra edelim, yanına illa ki şık duran bir kitap iliştirip. Sonra gittiğimiz her yeri mutlaka bildirelim. Çünkü yapıp ettiklerimizi başkasına göstermek artık bir ihtiyaç haline geldi, “an”da ancak böyle kalabiliyoruz yani anın dışına çıkarak. Ama “an” kelimesini dilimizden düşürmeyerek.

Ve böylece “an”ı da bir tüketim nesnesi haline getiriyoruz.

Şimdi başlığımda da bahsettiğim “Zen” kavramına çok kısaca bir göz atmak istiyorum. Zen, en temelinde bir yaşama sanatı aslında. Hayatın gündelik etkinliklerinde farkında olma ya da zihnin açık olması pratiğine dayalı bir kavram. Budist rahip Thich Nhat Han’a göre insan, dünyayla yaşamakta olduğu anda bağlantı kurar. Böylesine bütünlüklü olarak yaşanan anla birleşmek tam da “aydınlanma” denen şeyin kendisidir. Bu basitçe orada olmaktır.

Carla Needleman da, Zen’le ilişkili olarak hayatı ve zanaatıyla ilgili şunları söyler; “Olduğum yerde olmam gerekiyor. Olmadığımda, orada bir yerde kaybolduğumda, hayatıma, bütün düşüncelerime ve düşlerimde yer alan duygulara yabancılaşırım. Basitçe söyleyecek olursam, eğer hayatımın bir anlamı olacaksa kendi derimin içinde canlı olmam gerekir. ”

Yani an, devingen, canlı bir şey ve o yüzden biricik. Gökten zembille inen yüce bir şey değil. Yakalanacak bir şey de değil. İçinde olduğumuz şeyin ta kendisi. Farkındalığımız, -mış gibi yaşaMAyışlarımız, olumlu/olumsuz her türlü duyguya, düşünceye açık olup bunları içtenlikle hissedişimiz. An, kendimize dair olan algımızın, hakikatimizin bir yansıması bir bakıma.

Anı tüketmektense, üretebilmek için belki de bir an evvel sosyal medyayla olan ilişkimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Odağımızı dış dünyadan ve “göstermekten” biraz çekip, iç dünyamıza yoğunlaşarak, iç dünyamızla temas kurarak, kendimizi fark ederek. “An” kelimesini dilimize sakız edip, onu şişirmektense, gerçek anlamda onu usulca ve sessizce deneyimleyerek...