Sosyalist Güç Birliği bir seçim ittifakı değildir; diğer örneklerde görülmeyen bir ilkesel ortaklık temeline sahiptir.

Sosyalist Güç Birliği üzerine
Devrim Hareketi, Sol Parti, TKP ve TKH, Ankara’da yaptıkları basın açıklamasıyla Sosyalist Güç Birliği’nin kurulduğunu ilan etti

OĞUZ OYAN

Türkiye’de sosyalist hareketler her zaman görünür nicel güçlerinin üzerinde bir etkileme alanına sahip oldular. 1960’lar ve 1970’lerde olduğu gibi nicel güçlerinin çok daha görünür olduğu dönemlerden de geçtiler.

Tarihsel süreç

1960’larda TİP’in parlamentoya girmesi ve ilk kez bir sınıfsal muhalefet sergilemesi, seçim sisteminin değiştirilmesi üzerinden kesildi. Yetmedi, Mart 1971 darbesiyle sol iyice baskılandı, TİP de Temmuz 1971’de kapatıldı. Ama beklenenin aksine 1970’lerde kitlelerin uyanışı ve sola yönelişi artarak devam etti. Sermayenin kaygıları artınca, bu hızlı sınıfsal bilinçlenmenin önü de 12 Eylül darbesiyle kesildi. Sosyalist sol ezilirken, etnik ve dinsel hareketlerin önü açıldı. Dinci ve milliyetçi sağın giderek güçlenip iktidara oynadığı 1990’lardaki hazırlık dönemi sonrasında, 21. yüzyılın ilk iki on yılında emperyalizm ile dinci tarikatlar koalisyonunun belirlediği yepyeni bir döneme girildi.

Bu arada, 1980’lerden itibaren Türkiye siyaseti giderek kapıldığı neoliberalizmin çekim alanından çıkamadı. Özal üzerinden liberal sağın öncülük ettiği bu akımın iç ve dış sermaye adına ifrat derecesine taşınması AKP’nin temsil ettiği dinci sağ üzerinden oldu. Emperyalizmin tüm uluslararası kurumları (AB dahil) bazen sahnede bazen sahne arkasında ama her daim devrede kalarak bu sürecin hem akıl hocaları hem ayar merkezleri oldular.
Sağın ve giderek dinci sağın dünyaya egemen olan neoliberal düzenle kaderini birleştirmesinden daha vahim olan gelişme, dünyada ve Türkiye’de sol referansları kullanan siyasi hareketlerin de bu akıma kapılmaları oldu. Bu konumlanmanın kitleleri yanıltan, mevcut birikim modeline köklü karşı çıkışları törpüleyen yüzü, aslında egemen düzenin sultasını pekiştirmekten başka sonuca götüremezdi. Merkez sol hareketler neoliberal uygulamaların sorumluluğunu da yüklenince, kendi kitlelerini tutamaz oldular; daha kötüsü yabancı düşmanı ırkçı hareketlere kaptırdılar.

Türkiye’de ise CHP örneğinde olduğu gibi ana muhalefet partisi konumunu korumakla birlikte yüzde 20’lerde patinaj yapan, sağ ittifaklara mecbur kalan, kendi laik-Cumhuriyetçi kuruluş ilkelerini bile açıkça savunamayan bir harekete dönüşüm süreci yaşandı. HDP örneğinde görüldüğü gibi etnik kimlik siyasetini “solculuk” olarak pazarlayan ve saflarını liberal görüşün temsilcilerine hep açık tutan, emperyalizme karşı açık tavır alamayan, laiklikten ödün veren, sınıf siyasetini savunamayan kozmopolit bir çizgiye savruldular.

İslamcı siyasetin Cumhuriyet'in bütün kurumlarını yıkarak ele geçirdiği ve faşizan bir yönetim yapısı kurduğu son iki on yılda, sosyalist solu oluşturan hareketler, Cumhuriyet’in tüm kazanımlarının başta laiklik, bağımsızlık/ yurtseverlik, aydınlanma, kamuculuk/devletçilik gibi kavramların savunulmasının da artık sadece sosyalistlerin işi olduğunu gördüler, laikliği sahiplenmenin sınıfsal karakterini vurgulamakta birleştiler. Farklı sosyalist/komünist hareketlerin, AKP iktidarının kesintisiz hegemonya döneminde bu mücadeleler içinde pişmeleri ve birçok benzer doğruda buluşmalarının bugünleri hazırladığı söylenebilir.

Sosyalist Güç Birliği'nin önü açık

İşte Sosyalist Güç Birliği böyle bir konjonktürün sonunda kuruluyor. Cumhuriyet'i, hukuken kısmen ama fiilen bütünüyle tasfiye eden bir dinci-liberal-otokratik rejimin siyasi çoğunluğunu ve siyasi meşruiyetini artık önemli ölçüde yitirdiği bir sürecin sonunda Sosyalist Güç Birliği doğuyor. Kapitalizmin ve onun son 40 yılını belirleyen neoliberal düzenleme rejiminin, kitlelere sefaletten başka birşey getirmediğinin iyice anlaşılmaya başlandığı bir dönemde, emek hareketine yeni bir umut, yeni bir soluk, yeni bir örgütlenme dinamizmi getirmek üzere güçlerini birleştiriyor.

Bu Güç Birliği, sosyalist solun gerçek nicel potansiyelinin ortaya konulması ve geliştirilmesini de kuşkusuz içeriyor. Kitlelere parçalı yapılarla ulaşmaya çalışmak ve her defasında -diğerlerine kıyasla- kendi özgün kimliğini tanımlamakla işe koyulmak, bir bakıma eksi skorla oyuna başlamak anlamına da geliyor. Şimdi kendi özgün parti/hareket kimliklerini korumakla birlikte bu hareketlerin bir sosyalist odak olarak ortaya çıkabilmesi önemli bir avantaj sağlıyor. Yönelimi solda olmakla birlikte henüz sosyalist mücadele içinde yer almamış bulunan kitleler açısından ciddi bir çekim merkezi oluşturabilecek görünüyor.

Bunun önemini daha iyi değerlendirebilmek açısından, Ocak 2022’de değinmiş olduğum, Kadir Has Üniversitesi’nin 2021 yılı itibariyla “Türkiye’nin Eğilimleri” araştırmasının bazı sonuçlarına tekrar döneceğim. Bu araştırmaya göre, kendilerini siyasi yelpazenin neresinde konumlandırdıkları sorusundaki seçeneklere verilen yanıtlar (hepsi yüzde olarak) şöyledir: muhafazakâr: 27,5; milliyetçi: 19,9; Kemalist: 19,2; siyasal İslamcı: 9,0; sosyal-demokrat: 8,3; sosyalist/komünist: 4,4; ulusalcı: 3,3; ülkücü: 3,2; liberal: 2,5; apolitik: 1,9. Görüldüğü üzere, kendilerini sosyalist/komünist olarak tanımlayanlar, bu partilere sandıklarda yansıyan oyun 10 katı kadardır.

Belki daha önemli olan sonuç, “ikinci yakın hissettiğiniz görüş” hangisidir sorusuna verilen yanıtlarda sosyalist/komünist tercihinin ikinci sırada gelmesidir. Yüzdeler şöyledir: Muhafazakâr: 10,5; milliyetçi: 3,3; Kemalist: 12,9; siyasal-İslamcı: 30,5; sosyal-demokrat: 6,9; sosyalist/komünist: 13,6; ulusalcı: 10,3; ülkücü: 2,6; liberal: 3,7; apolitik: 5,4.

Tarihi TİP’in aldığı en yüksek oyun 1968 kısmi senato seçimlerinde yüzde 4,7 olduğu düşünülürse, 2021 araştırmasındaki oranların çok yüksek olduğu ve 1960’lara kıyasla çok daha bilinçli tercihleri ifade ettiği açık sayılabilir. O halde, her seçimde sosyalist solun karşısına “Bu seçim çok yaşamsal” diyerek “stratejik oy kullanma” lehine çıkarılan bahaneleri aşmanın zamanının artık geldiği söylenebilmelidir. Önümüzdeki Cumhurbaşkanı seçimi için olmasa da en azından milletvekili genel seçimi açısından.

Şunu eklemezsek eksik kalabilir: “Türkiye Eğilimleri” araştırmasının sonuçlarına göre, CHP seçmeninin kendini HDP seçmenine kıyasla daha fazla solda konumlandırdığı (sırasıyla yüzde 76,7 ve yüzde 58,8); milliyetçi konumlanma açısından ise CHP seçmenine kıyasla HDP seçmeninin daha milliyetçi olduğu yüzde 19,1’e karşı yüzde 32) gerçeğiyle karşılaşılmaktadır.

Demek ki Sosyalist Güç Birliği aynı zamanda bu potansiyelleri harekete geçirme mücadelesinin bir parçası olmak zorundadır. Ama daha önemlisi bunun ilkeli bir Güç Birliği'nin etrafında başarılmasıdır.

Yeni bir seçenek oluşturabilmek

Sosyalist Güç Birliği’ni Cumhur ve Millet İttifakları ile HDP etrafında oluşan ittifaka eklenen bir dördüncü ittifak olarak görmek/göstermek yanıltıcıdır. Sosyalist Güç Birliği bir seçim ittifakı değildir; diğer örneklerde görülmeyen bir ilkesel ortaklık temeline sahiptir. Bu ilkelerin başına, eşitsizliği, adaletsizliği, emeğin sömürüsünü ve emperyalizmin tahakkümünü reddeden; laik, bağımsızlıkçı, kamucu ve emek merkezli yeni bir toplumsal düzenin kuruluşunu öngören hedefler yazılmıştır.

Buna göre, Sosyalist Güç Birliği, CHP ve HDP’nin temsil ettiği, ekonomik ve siyasi anlamda liberal temelli ve emperyalizmden ayrışamamış bir düzen-içi muhalefet anlayışının aksi kutbunda yer almaktadır. Örnek olarak “Altılı İttifak'ın” “Mutabakat Metni” alınabilir; burada ortak bir gelecek vizyonu çizilmemektedir. Kuvvetle vurgulanan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem yalnızca bir araçtır; peki amaç nedir? Mutabakat Metni’ndeki 1921 Anayasası özentisinden hangi anlamlar çıkarılmalıdır? Ekonomik düzlemde, bugünkü sermaye birikim rejimini “başlangıç ayarlarına” döndürmekten başka bir ufka sahip midir? Sosyalist Güç Birliği’nin kısa çıkış çağrısı bile kıyaslanamaz ölçüde içerikli ve tutarlı bir gelecek tasarımına sahiptir.

Bu durumda halk kitlelerinin piyasadaki sözde siyasi alternatifler arasında gerçek anlamda seçeneksiz bırakıldığı açıktır. İşte Sosyalist Güç Birliği bu sahici siyasi seçeneği oluşturabilmek üzere yola çıkmaktadır. Sermaye partilerinin aksine, emekçilerin sınıfsal kimliklerinin ve taleplerinin sözcülüğünü yapabildiği ölçüde umut olabilecektir. Kendi toplamını aşan bir dinamizm oluşturabilecektir.