Sosyalist solun önünde iktidar seçeneği belirirse, bu fırsatın sermayenin yatıştırılmasına dönük ödünlere bel bağlanarak sınırlı kullanılmaması gerekir. Bir kavgaya girilecekse tam girilir. Hele, çıkarları zedelenen emperyalizmin azgınlığı ve dünyada bir sosyalist devrimler ikliminin desteğinin de olmadığı hesaba katılırsa, emekçi sınıflar açısından son derece önemli olan sol iktidar deneyimlerine yazık olur.

Sosyalist solun vazgeçilmezliği

OĞUZ OYAN

Vazgeçilmezlik, sadece Türkiye siyaseti açısından değil. Kapitalist sistemin geleceğinin olmadığına dair saptamalar bu sistemin merkezi kurumlarında dahi daha sık -kuşkusuz bu soruna bir çözüm bulmak amaçlı olarak- gündeme getiriliyorsa, dünyanın sosyalizme olan gereksinimi hızla büyüyor demektir.

Gereksinim nesnel olarak katlanıyor ama öznel olarak aynı şey söylenemez. Emekçi kitleler sorunlarına mevcut sistemin çare bulamadığının ve bulamayacağının önemli ölçüde farkındalar. Bunun için arayıştalar. Hatta birçok ülkede kalkışma halindeler; 2019 yılında bunun çok sayıda örneği oluştu. Neoliberal politikalara karşı Fransa, Şili, Ekvador’da önemli halk hareketleri oluştu; Arjantin’de sol Peronistler iktidara geldi. Bolivya’da da emekçi sınıfların mevzilerini koruyan bir seçim süreci yaşandı, ancak ABD destekli bir askeri darbeyle başa çıkılamadı. Bunların bir kısmında kitleler herhangi bir siyasi örgütlenme ve liderlikten yoksun olarak sahneye çıktı.

Sistem (sermaye), doğrudan veya dolaylı olarak sisteme karşı çıkanlara, özellikle gelişmiş ülkelerde, sistem-içi çözümler öneriyor ve yanlış hedefler gösteriyor: Mali sermayenin aşırı tahakkümü, göçmenlerin istihdam piyasasını dengesizleştirmesi, üretim kapasitelerinin ucuz-emek coğrafyalarına göç etmesiyle işsizliğin büyümesi gibi kendi eserleri olan süreçler sanık sandalyesine oturtuluveriyor. Bu ve benzeri basit kurguların ardından parsayı ırkçı-milliyetçi-faşist-dinci siyasal partiler topluyor.


Sermayenin işi bu: İdeolojik tahakküm araçlarını kafaları karıştırmak ve kitleleri yanlış tercihlere yönlendirmek için kullanıyor. Etkisiz olduğu sanılmamalı. İngiltere ve ABD gibi son iki yüzyılda kapitalizmin egemen kutbu olabilmiş anglosakson ülkelerinde, toplumun seçkin ve varlıklı sınıfının temsilcilerinin emekçi sınıflar saflarında dahi “halka/ emekçiye yakın” simalar olarak yer tutabilmiş olmasındaki çelişkinin önemli bir nedeni bu.

Sermaye bunu yapıyor, çünkü ortalığı boş bırakması (siyaseti oluruna bırakması) halinde bunun alternatifinin, giderek radikalleşen bir muhalefetin iktidara taşınması olabileceğini görüyor. ABD’de Bernard Sanders ve İngiltere’de Jeremy Corbyn gibi sistem-içi ama biraz köşeli siyasetçiler sistemin egemen sınıfının uykusunu kaçırmaya yetiyor. Böyle bir olasılığa katlanmak yerine sağ popülist-faşist partilerin iktidar alternatifi olarak hazırlanması daha hayırhah bir seçenek olarak görülüyor. Bu bile olanaksızlaşırsa, üstelik sistem karşıtı programı olan sosyalist siyasetler yükselişe geçerse, kapitalizm ile “demokrasi” birlikteliğinin -gelişmiş ülkelerde bile- yeniden köklü bir kopuşa zorlanması şaşırtıcı olmayacaktır.

Dolayısıyla, sosyalist solun önünde iktidar seçeneği belirirse, bu fırsatın (Venezuela’da, Bolivya’da olduğu gibi) sermayenin yatıştırılmasına dönük ödünlere bel bağlanarak sınırlı kullanılmaması gerekir. Bir kavgaya girilecekse tam girilir. Hele, çıkarları zedelenen emperyalizmin azgınlığı ve dünyada bir sosyalist devrimler ikliminin desteğinin de olmadığı hesaba katılırsa, emekçi sınıflar açısından son derece önemli olan sol iktidar deneyimlerine yazık olur.

TÜRKİYE’DE GEREKSİNİM DAHA BÜYÜK

Türkiye’nin siyasi ortamı, güçlü bir sosyalist/marksist dalgaya daha fazla gereksinim duymaktadır. Türkiye siyasi pratiğinde 1960’lar ve 1970’lerin deneyimleri güçlü bir sosyalist yükselişin hem mümkün olduğunu hem de hızla yaygınlaşabilme potansiyeli taşıdığını göstermiştir. Öyle ki, bu yükselişin önü ancak -dış güdümlü- askeri darbelerle kesilebilmiştir. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, siyasi dengelere, on yıllarca sürecek darbeler vurmuş, solun bıraktığı boşluğun dinci ve etnik milliyetçi akımlarla doldurulması sağlamıştır.

Dinci partilerin 1990’larda yükselmesi, 2000’lerde iktidara gitmemek üzere çöreklenmesi, 12 Eylül projesinin sonuçlarındandır. Ama bu süreçte AKP dışındaki bütün “siyaset sınıfının” da sorumlulukları vardır. AKP kendisini mazlumların, mağdurların, horlanan halkın temsilcisi olarak (sermaye sınıfının ve medyasının eşsiz katkılarıyla) başarıyla pazarlayabilmişse, bunda “merkez sol” hareketin bu algıyı tersine bükebilecek emek eksenli bir sınıfsal perspektife sahip olamamasının kolaylaştırıcı etkisi olmuştur.

Kitleselleşmiş bir sosyalist dalganın güçlü etkisi olsaydı, merkez sol bu kadar kolay “merkeze” savrulabilir miydi? Ama sosyalist solun derdi, sistemle uzlaşmacı hareketleri “sol” tarafta tutmak olamaz; zaten bu, siyasetin doğasına aykırıdır. Sosyalist sol, kendi bağımsız tarihi rolünü oynamak üzere sahnede olmak zorundadır.

sosyalist-solun-vazgecilmezligi-673924-1.
Sosyalist solun Türkiye’de ciaddi bir ağırlık kazanması hem emekçi sınıfların yeni bir gelecek ufku kazanması hem de siyasetin ekseninin sola çekilmesi bakımından kritik önemdedir. Belki bu dün de önemliydi, ama biz düne değil yarına bakıyoruz. Sosyalist bir ufkun kitlelere benimsetilmesi sanıldığı kadar zor olmayabilir.

DEĞERLİ KONUT VERGİSİ İPTAL BAŞVURUSU

Önceki BirGün Pazar yazımız “Sol bir Programın Vergi Politikası” başlığını taşıyordu. Böyle bir politikanın temel taşlarının artan oranlı bir üniter GV sistemi ile artan oranlı bir genel servet vergisi olacağını söylemiştik. Acaba anamuhalefet partisi böyle radikal bir vergi politikası dönüşümünü göze alabilecek mi? Bunu CHP’nin 5 Aralık 2019’da yasalaşan 7194 sayılı Kanunun bazı maddelerinin iptali için 9 Ocak 2020’de Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptığı başvuru ve özellikle de Değerli Konut Vergisi üzerinden değerlendirelim.

Bu iptal dilekçesinden bir bölümü aktaralım (s.28-29):

“Anayasa’nın 73 üncü maddesi uyarınca vergi ödeme yükümlülüğü “mali güce” göre belirlenmelidir. Yani olaya konumuz açısından bakarsak mali gücün bir göstergesi olan “servet” üzerinden değerlendirme yapılması gereklidir. Ancak değerli konut vergisi servet sahiplerini vergilendirmek üzere değil, sadece mevcut bir değerli konutun sahibini veya sahiplerini vergilendirmek üzere tasarlanmıştır. Anayasa’ya aykırılık da işte bu husustan kaynaklanmaktadır.

Örneğin değeri 4,9 milyon TL olan bir meskene sahip olan bir kişinin mükellefiyeti doğmazken, değeri 5,1 milyon TL olan bir meskene sahip olunduğunda ise verginin mükellefi durumuna gelinecektir.

Bu örnek daha da geliştirilebilir. Örneğin değeri 4,9 milyon TL olan meskenlerden 10 tanesine sahip olan bir kişi 49 milyon TL servete sahip olmasına rağmen hiçbir vergi ödemezken değeri 5,1 milyon TL olan bir meskene örneğin 5 kişi ortaklaşa sahip olunduğunda sadece 1,02 milyon TL serveti bulunan bir kişi ise verginin mükellefi durumuna gelecektir.

Buradaki adaletsizliği bu verginin mükellefi olanlar bakımından vermek de mümkündür. Burada farkı yaratan ise tarifenin artan oranlı dilimler şeklinde değil bağımsız sınıflar olarak düzenlenmiş olmasıdır. Örneğin değeri 7,4 milyon TL olan bir meskene sahip olan bir kişi binde 3 oranında (22.200 TL) vergi öderken, değeri 7,6 milyon TL olan bir meskene sahip olunduğunda ise değerin tamamı için binde 6 oranında (45.600 TL) vergi ödenmek zorundadır.

Benzer şekilde değerli konut vergisi sadece mesken nitelikli taşınmazları konu almaktadır. Bunun dışında kalan işyeri, arsa ve arazi gibi diğer taşınmazlar dikkate alınmamaktadır. Bu bakımdan 5 milyon TL’den değerli işyeri, arsa ve arazi gibi taşınmazlara sahip olanlar yine verginin kapsamına girmemektedirler. Burada verginin konusu taşınmaz olduğu için bu yönde örnekler verilmiş olmakla birlikte servet unsuru olan başka taşınır ve taşınmazlar da dikkate alındığında Anayasa’ya aykırılık daha da açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bu örneklerden de açıkça görüldüğü üzere değerli konut vergisi, mali gücün bir göstergesi olan serveti değil sadece lüks bir servet unsurunu vergilendirmektedir. Bu da Anayasa’nın 73. maddesine açıkça aykırıdır.

Yukarıda açıklanan nedenlerle (...) Emlak Vergisi Kanunu’na eklenen 42. madde Anayasa’nın 73. maddesine aykırı olup iptali gerekir.”
Bu alıntıdaki iptal gerekçeleri haklıdır. “Kanun önünde eşitlik” (m.10) bakımından da Anayasaya aykırılık itirazı eklense daha eksiksiz olurdu. Bu verginin, tıpkı Emlak Vergisi gibi bir yerel yönetim vergisi olması gerektiği gerekçesiyle merkezi bir vergi olarak toplanmasına Anayasa m. 127’ye göre karşı çıkılması ile matrah belirleme hakkının Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından özel kişi/ kurumlara yaptırılmasına itiraz edilmesi de doğru ve haklıdır.

Biz şunu da eklemek isteriz: AKP döneminde biriken emlak zenginlikleri daha çok arsa rantları üzerindendir. AKP, en tepeden en kılcal damarlarına kadar bu rantların dağıtım düzeneğinin hem başında hem de içindedir. Asıl servet birikim kaynağını görmezden gelen bir değerli Konut Vergisinin, AKP’nin bir “göz boyama veya şaşırtma” hamlesi olarak değerlendirilmesi bile mümkündür. Bir başka yorum da, AKP’nin kendi yandaşlarını dahi tedirgin edebilecek denli bir bütçe sıkışıklığı içine girmiş olmasıdır. Gerçi bu verginin AKP’nin en palazlanmış kesimlerini (lüks konut inşaatçıları hariç) pek az rahatsız edeceği tahmin edilebilir. Ancak AKP döneminde orta düzeyde servetler biriktirmiş, milyon dolarla ifade edilen konutlarda oturan daha geniş bir türedi kesimi rahatsız ettiği açıktır. Bunların kamuoyuna açık tepkilerden çok AKP içinden itiraz kanallarını kullandıkları düşünülmelidir. Bu nedenle bu verginin yürürlüğünün ertelenmesi ve sonra belirli değişikliklerle gündeme getirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Eğer böyle bir erteleme söz konusu olursa bu, düzenlemenin teknik sorunlarından ziyade, AKP’nin rantçı sınıfsal kimliğinin vergiyi reddetmesinden kaynaklanacaktır. AKP’ye siyaseten tam da buradan vurmak olanağı elde edilebilecekken, CHP’nin başvurusuyla bu fırsat heba mı edilmiştir? Meselenin böyle bir tarafı yok değildir. Ama daha önemlisi, CHP içinden bazı tuzu kurulardan da bu vergiye karşı yükselen kişisel rahatsızlıklar, vergiye tepkilerde Varlık Vergisi benzetmeleriyle aşırıya kaçan ifadeler ve 140 bin “mağdur” mükellefin sözcülüğüne soyunmalar, “solda” olduğu söylenen bir partinin yaklaşımı olarak tuhaf kaçmaktadır. Partideki kafa karışıklıkları veya seçilen sınıfsal pozisyon ve tercihler, CHP’nin seçkin/varlıklı kesimlerin sözcülüğünü yaptığına dair önyargıları kuvvetlendirmekten başka işe yaramayacaktır.

Oysa Türkiye’de Gelir Vergisinin yüzde 65’inin ücretlilerce taşındığı, halk kesimlerinin dolaylı vergi yükleri altında ezildiği, bu yüklerin daha kapsamlı bir servet vergisiyle varlıklı kesimlere kaydırılması gerektiği, çünkü toplam servetin yüzde 54’ünün toplumun sadece yüzde 1’lik ayrıcalıklı azınlığının elinde olduğunu haykırmak için ortam pek müsaitti.

VARLIK VERGİSİ BENZETMESİ BOŞTUR

Öte yandan CHP cenahından yükselen “Varlık Vergisi” benzetmesi mali ve tarihi gerçeklerle uyumsuzdur. Varlık Vergisi (VV), savaş ortamının, yüksek enflasyon ve spekülatif kazançların/ haksız zenginleşmelerin geçerli olduğu, kamu finansman ihtiyacının büyüdüğü koşullarında 1942-44 döneminde uygulanmış olağanüstü (gerçek) bir servet vergisidir. Savaşa girmiş birçok ülkede benzerleri görülmüştür. VV’ni adaletsiz yapan yasa hükümleri değil, uygulama komisyonlarınca yapılan keyfilikler olmuştur. Vergi, ticaret kesimi yanında esnafı ve ücretlileri de kapsamasına karşın verginin asıl yükü dinsel azınlıklara kalmıştır. Bunların bir bölümü taşınmazlarını satarak vergi yükümlüğünden kurtulabilmişlerdir. Bu bir servet transferi mekanizması yaratmıştır. Bu bakımdan VV’nin kısmi ve nominal bir servet vergisi olan Değerli Konut Vergisiyle bir benzerliği bulunmamaktadır.

Öte yandan VV, 1943 yılında devlet harcamalarının yüzde 38’i kadar gelir sağlamışken Değerli Konut Vergisinden elde edilebilecek tahmini gelir bütçe gelirlerinin herhalde binde 3’ünü aşamayacaktır. Ortada nicel bir benzerlik de yoktur.

Nihayet, Değerli Konut Vergisi’ni Varlık Vergisine benzeterek AKP’yi sıkıştırmak veya Varlık Vergisi üzerinden taşındığı varsayılan olumsuz yükün AKP’nin sırtına atılması fırsatçılığı söz konusuysa, bunun da güncel bir siyasi karşılığı olmayacaktır. İktidarı zayıflatmanın ve kendi iktidar kanallarını açmanın yolları buradan geçmemektedir.

KİMİN PROGRAMI? SERMAYENİN Mİ EMEĞİN Mİ?

Neoliberal politikalara angaje olan, ekonomik programları bakımından muhafazakar sağ partilerden farkları kalmayan Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin erime sürecinden dahi yeterince öğrenilemediği anlaşılmaktadır. Corbyn’in seçim yitirmesinden yanlış sonuçlar çıkarılmamalıdır: Türkiye’deki “merkez solun” Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin programından daha radikal bir ekonomik/sosyal program açıklaması, laikliği gündeminden düşürmemesi, köklü bir anti-emperyalist tutumu benimsemesi zorunluluğu sürmektedir. Ama bu misyon da artık sosyalist solun omuzlarındadır.

Sosyalist solun Türkiye’de ciddi bir ağırlık kazanması hem emekçi sınıfların yeni bir gelecek ufku kazanması hem de siyasetin ekseninin sola çekilmesi bakımından kritik önemdedir. Belki bu dün de önemliydi, ama biz düne değil yarına bakıyoruz. Sosyalist bir ufkun kitlelere benimsetilmesi sanıldığı kadar zor olmayabilir.

cukurda-defineci-avi-540867-1.