Sosyalizm mücadelesinde iki çınar

Av. Şenal Sarıhan

Muzaffer İlhan Erdost ve Şekibe Çelenk’in anısına saygıyla…

17 Temmuz 1993. 12 Eylül 1980 başlarında kapanmış olan Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) yeniden kuruluşunun birinci yılındayız. Derneğin yayın organı olarak Çağdaş Hukuk Dergisi’ni çıkarıyoruz. Yazı kurulumuz, bundan sonra her kuruluş yıldönümünde, “Çağdaş Hukuk İçin Emek Ödülü” verme kararı alıyor. Ödül, yaşamakta olan hukuk emekçilerine verilecek. Dergimizin temmuz sayıları da ödül verilen hukukçuya özgülenecek. İlk ödül için oy birliği ile Halit Çelenk’in adı öne çıkıyor. Hemen iş bölümü yapıyoruz. Ben ve Avukat Esin Özbey, Halit Çelenk’le röportaj yapacağız. Randevu alıyor ve elimizde bir kamera ile evlerine gidiyoruz. İki kadın olarak, Halit Ağabey’in eşi Şekibe abla ile kurdukları bu örnek birlikteliğin izlerini de öğrenmek istiyoruz.

Tanışma aşamasından başlayarak onun sözcükleri ile bu beraberliğin öyküsünü aktarmak istiyorum: “İstanbul Hukuk Fakültesi’nin ikinci sınıfında aynı sınıfta öğrenci olan Eşim Şekibe ile tanışarak arkadaş olduk. Okumayı seven, sürekli okuyan bir kızdı. Toplumsal ve siyasal konuları kendi aramızda konuşuyor, arkadaşlarımızla tartışıyorduk. Düşüncelerimizde değer yargılarımızda bir uyum olmuştu. 28.04.1943 gününde fakülte bahçesinde nişanlandık. Son sınıfta evlendik. Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra ikimizde Antalya Adliyesi’nde staja başladık. 1948 de eşim Şekibe ile Samsun’da avukatlığa başladık. 1949 yılında Ceza Yasası’nın 142.maddesine dayanılarak komünizm propagandası yapmaktan haklarında kamu davası açılan iki Rumeli Göçmeni’nin savunmalarını üstlendik. Bu meslek yaşamımızın ilk siyasi davası oldu..1960 yılında Ankara’ya geldik. 1962 yılında İşçi Partisi’ne katıldık. Ben Genel Kurul’da Genel Yönetim Merkez Yürütme Kurulu’na, Şekibe Çelenk de Haysiyet Divanı üyeliğine seçildik. Şekibe, ayrıca Ankara Merkez İlçe Başkanlığı’na, ben de partinin hukuk bürosu yöneticiliğine getirildik.”

ŞEKİBE ABLA’NIN DİRENCİ

“Sürekli Okuyan” bu kızla, okul bahçesinde başlayan bu birlikteliğin öykülerini, 12 Eylül günlerinde Mamak’ta, duruşma araları söyleşilerinde Halit Ağabey’den dinlemiştim. Avukatlığı bırakan Şekibe Abla’nın siyasi kimliğinin avukatlığın üzerine çıkışını, fakat bir gölge gibi tüm dava hazırlıklarına ve savunmalara kadın duyarlılığı ile eklediği satırları, başta Denizler olmak üzere 68 kuşağı devrimcilerinin tümünü kucaklayan sıcaklığını, bir siyasi dava avukatı ve sosyalist olarak Halit Ağabey’in savunma kürsüsünden sanık sandalyesine gidişlerindeki, tehditlerle yıldırma kumpasları karşısındaki direncini. Onu uzaktan, seven ve saygı duyan bir eşin dilinden tanımış bu yaşama özenmiştim. Röportaj günü, incecik bedeni, onunla tezat sertçe sayılabilecek sesi ile yanımızda oturuşu, sıkça Halit Ağabey’in sözlerini tamamlayışı ve bize ikramda bulunmak için gösterdiği özeni izledikçe, onun salt bir siyasetçi değil, anne, eş yumuşaklığını da gözlemiştim. Bu belki ilk uzun birlikte oluştu.

Onunla pek çok ortak etkinlik alanında birlikte olduk. Belleğimdeki son fotoğraflar: 6 Mayıs. Denizlerin mezarları başında eşinden boşalan yeri dolduruyor. Diğer bir fotoğraf, eşinin başucunda bizleri karşılıyor. 68’in, 78’in ve Gezi’nin çocuklarını. Bunlar son fotoğraflar. 22 Şubat günü, bu kez onu eşinin yanına uğurladık. Denizleri de saklayan Karşıyaka toprağına.

MUZAFFER AĞABEY’İN MÜCADELESİ

Onun yol arkadaşlarından ve bize sosyalizmi öğrenmenin yollarını açan yayıncı Muzaffer İlhan Erdost, tekerlekli sandalyesi içinde ikiye katlanmış vücudu ile başucunda bir şiir okudu. Hepimiz adına bir vedaydı bu. Acılı bir veda. İçim kavrularak düşündüm: Bir tarih bitiyor muydu? Neyse ki “Muzaffer Ağabey yaşıyor” diye geçirdim içimden. Hala direncin örnekleri ile aynı çağı bölüşüyoruz.

25 Şubat. Akşamüzeri bir toplantıdayım. Arkadaşlar “Muzaffer İlhan Erdost yaşamını yitirmiş” diyorlar. Daha üç gün önce bizim adımıza Şekibe Abla’ya veda şiiri okuyan Muzaffer Ağabeyimiz de artık aramızda olmayacak.

Onu ilk kez bir gazete fotoğrafında tanımıştım. O tarihlerde İstanbul’da yaşıyorum. 12 Mart günler. Şimdi adını anımsamadığım bir gazetenin ilk sayfasının sol köşesinde, elleri kelepçeli esmer, bıyıklı, uzun boylu, üzerinde koyu renk çizgili bir elbise ile başı dik, yağız bir delikanlı. Fotoğrafın altında “Sol yayınları Sahibi Muzaffer Erdost tutuklandı” haberi. Sanırım 70’li yıllar. Sonra Ankara’da, onların kitabevi ile avukatlık büromuzun aynı sokakta yanyana binalarda oluşu. Rana Ablayı, Barışta’yı tanımak. Komşuluk günleri. Çeşitli panellerde uzun söyleşilerinden de öğrenmek. Ve 12 Eylül. Sol yayınları sahibi olmak ve bu yayınları basmaktan suçlu iki kardeşin gözaltına alınışı. İlhan’ın Mamak’ta dövülerek katledilişi. Sıkıyönetim Mahkemesinde süren yargılama. Askeri Yargıtay günleri. Kardeş ve eş acısı çeken iki insanın hak arama mücadelesi. Duruşmalar. Muzaffer Ağabey’in adının yanı başına kardeşinin adını da ekleyerek onu yaşatması. “İlhan İlhan” adını verdiği kitabevinin adıyla, bir çığlığın, adeta uzun hava ezgilerine döndürülüşü. İki küçük kız çocuğu. Alaz ve Türküler ve Gül adında gül gibi bir genç kadın. Muzaffer Ağabey’in hem onları, hem yürüyen yaşamı kucaklayıp götürmesi. Kitaplar, konuşmalar. Sabırlı bir öğretmen edası ile ağır ve derin söyleşiler. İnsan Hakları Derneği’nde örgütlü mücadelesi. 7 Kasımlarda acının ve direncin harlanışı. Yılmadan, usanmadan. Şimdi bir kürsü daha boşaldı. Onu da Karşıyaka’ya emanet ettik. Tarihimizin sonu mu? Hayır. Biz varız. Bizden sonra Alaz ve Türküler var. Sonra başka çocuklar… Tarihimiz bitmeyecek.