Siyasetin geçen haftaki gündemi, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimiydi. Kılıçdaroğlu, Ankara’nın Çubuk ilçesinde katıldığı asker cenazesinde organize bir saldırının hedefi olmuş, kendisine yumruk atan şahıs Osman Sarıgün bir müddet ‘misafir’ edildikten sonra serbest bırakılmıştı. Meselenin en düşündürücü tarafı ise bir kısım devlet yetkilisi ve siyasinin saldırı karşısında takındığı, “Ama siz de kaşındınız” tutumuydu. […]

Sosyolog Can Kozanoğlu: Çok şeye hâkim ama hep ‘mağdur’ bir yobaz damar var

Siyasetin geçen haftaki gündemi, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimiydi. Kılıçdaroğlu, Ankara’nın Çubuk ilçesinde katıldığı asker cenazesinde organize bir saldırının hedefi olmuş, kendisine yumruk atan şahıs Osman Sarıgün bir müddet ‘misafir’ edildikten sonra serbest bırakılmıştı. Meselenin en düşündürücü tarafı ise bir kısım devlet yetkilisi ve siyasinin saldırı karşısında takındığı, “Ama siz de kaşındınız” tutumuydu. Daha önce “CHP’lileri şehit cenazelerine almayın” ve “Sen bittin Kılıçdaroğlu” gibi tehditler savuran İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli başta olmak üzere, birtakım hükümet sözcüleri bu vakayı ana muhalefete yapılmış bir “uyarı” gibi lanse etti. Açıklamalarda adet yerini bulsun kullanılan “Tasvip etmiyoruz” mealindeki ifadeleri, “CHP’nin bu saldırıyı hak ettiğini” ima eden cümleler izledi. Amaç, hem saldırıya iştirak edenlere hem de bundan sonra bu türden tertiplere katılmaya meyilli olan çevrelere cesaret vermek, devletin arkalarında olduğunu hissettirmekti.

Peki, sırtı sıvazlanan ve teşvik edilmek istenen bu kişiler kim? Nasıl bu kadar kolay tahrik olup, nefretten mürekkep bir linç girişiminin içine nasıl bir saniye bile düşünmeden dahil olabiliyorlar? Tarihsel ve sosyolojik olarak hangi unsurlardan besleniyorlar? AKP-MHP iktidarıyla aralarında ne türden bir ilişki var? Bu sorulara cevap aramak için sosyolog Can Kozanoğlu’nun kapısını çaldık. Aynı zamanda gazeteci kimliği de bulunan Kozanoğlu’na, elbette seçim sonuçlarına dair düşüncelerini ve ortaya çıkan tablonun toplumsal bakımdan ne anlama geldiğini de sorduk.

Türkiye 31 Mart seçimlerine yoğun baskı, tehdit, korkutma ve hedef gösterme gibi politikalarla girdi. Hem sayıların söyledikleri hem de bu sosyal durum ekseninde bakınca, sonuçlar bize ne gösterdi?

Aslında Türkiye genelindeki rakamlar üzerinden seçime bakarsan, çok çok büyük bir değişim görmüyorsun. Yalnızca büyük kentlerdeki küçük kaymalar, toplumun genel psikolojisini ve seçim sonuçlarına dair algıyı değiştirdi. Mesela 31 Mart’ta bir başkanlık seçimi olsaydı, şu rakamlar üzerinden tahminen ve maalesef Erdoğan kazanacak gibi görünüyordu. Ama böyle şeylerin yarattığı genel psikoloji önemlidir. Ayrıca büyük kentlerde küçük kaymalar dedim ama bunların önemi büyük. En azından daha büyük değişimlerin olabileceğinin habercisi gibi yorumlanabilir. Ki bu beni de çok şaşırtmadı. 24 Haziran’da Muharrem İnce kaybedince, büyük hayal kırıklığı yaşanıp bu umutsuzluğa ve moralsizliğe dönüştüğü zaman da, “Buna kapılmamak lazım. Yerel seçimlerden umutlu olmak lazım, en büyük engel umutsuzluk ve her şeye söylenme havası” diyordum. Çünkü aslında bütün bunlar birikim, aşama aşama ve sürekli üzerine koyarak yapılan şeyler. Mesela bunun en basit örneği, 24 Haziran’da muhalif insanların laf söylediği Adil Seçim Platformu. Eğer o deneyim olmasaydı, belki bu İstanbul seçimi kazanılamayacaktı. Sosyal medya ağırlıklı bir muhalif kesim var. Çok kolay morali bozulan, çok kolay vazgeçen… Tamam, 24 Haziran seçimi başlı başına bir iletişim felaketiydi ama o umutsuzluk havası aşılır ise bu küçük kaymaların olacağını düşünüyordum. Bahsettiğim küçük kaymalar orta boylu kaymalara dönüşürse, o zaman bu 2023’te yapılacak seçimin sonucunu da etkileyecek. 

İLK ÖNCE GENİŞ CEPHE KORUNMALI

Bu kaymaların gerçekleşmesi için ne olması lazım?

Büyük şehirlerdeki kaymaların önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Anadolu’nun bazı yerleri, özellikle İç Anadolu ve Karadeniz’de ve doğunun bazı yerlerinde pek fazla bir kayma beklemek mümkün değil. Orada şöyle bir şey iyice belirginleşti. Reisçilik dediğimiz hadise, bazılarının gözünde bir norma dönüşmüş durumda. Mesela AKP öncesi siyasette, büyük kentlerin merkez sağı ve merkez solu vardı. Benzer toplumsal konumdaki insanlardan birisi CHP’ye veriyor, birisi DYP’ye veriyor ama bu insanlar Atatürkçü. Çünkü norm, Atatürkçü olmak. İşte Anadolu’nun muhafazakâr hattında reisçiliğin bir norma dönüştüğünü görüyorum. Eskiden reisçilik, AKP’li olmak demekti. Şimdi biraz MHP’lisin ve reisçisin gibi de olabiliyor. Ondan dolayı, reisçiliğin norma dönüştüğü bölgelerde en azından önümüzdeki birkaç yıl içinde çok fazla kayma beklemek mümkün değil. Ama İstanbul, Ankara, Adana gibi yerlerde bir iki puan daha kayma olursa, 2023 için umutlu olunabilir.

Önce şu anki pozisyonun korunması lazım. Yani o son derece geniş olan ittifak. Seçim gecesi herkes konuşuyordu ya, bir yerde Mansur Yavaş’ın kazanmasına seviyorsun, bir yerde komünist başkanın kazanmasına… Bu tuhaf bir tablo. Aslında AKP’nin karşısında ancak bu kadar geniş ve normalde olmaması gereken bir ittifak olduğu sürece kazanabilirsin. Bu cephe korunabildiği sürece 2023 için bir umut olur. Zaten AKP’nin MHP’nin hedefi de bunu dağıtmak olacak. Kendi açımdan baktığım zaman, ben de böyle bir cephenin içinde yer almaktan çok mutluluk duymuyorum. Ama en fazla 4 sene birbirimize tahammül edeceğiz. 4 sene hakikaten göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. “Gezi’nin üzerinden 6 sene geçti” desem, aslında 4 senenin ne kadar kısa ve katlanılabilir bir süre olduğunu göreceğiz.

Muhafazakâr sağ blok, eskisi kadar bütün değil gibi görünüyor. Sanki muhalefetin etki alanına daha açık hale geldi. Bunun nedenleri ne olabilir?

Burada bir tarihsel bütünlük var. Bu da bildiğimiz Anadolu sağcılığı. Anadolu sağcısı dediğiniz insan, belki 1960’larda biraz farklıydı ama ondan sonra giderek değişerek, ANAP’a da oy verebilirdi, DYP’ye de… Ondan öncesinde AP’ye MHP’ye verebilirdi. Yani tabanda bir ortaklık var. Anadolu’nun pek çok yerinde MHP’li olmakla AKP’li olmak arasında büyük bir fark bulunmuyor. Zaten Türkiye’yle ilgili analizlerde en yanlış noktalardan biri şuydu. Bir CHP-MHP ortak tabanı var. Bunlar milliyetçi ve Kemalist. Bir de işte demokrat taban var. Bunlar liberaller, AKP’nin muhafazakar kesimi… İşte muhafazakar demokratları Çubuk’ta gördük! (Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı). Aslında AKP ile MHP’nin tabanı ortak ve Erdoğan buraya oynayarak iktidarda kalabileceğini gördü. Onların AKP’ye desteği, eğer AKP-MHP ittifakı olmasa, zaman zaman birbirleri arasında oy değişimleri olabilir, bu işin partiler düzeyindeki boyutu. Ama reisçilik boyutunda zannedersem orada fazla bir kopma olmaz. 

MUHAFAZAKÂR TABANDA BEKLENTİLER YÜKSELDİ

Bu ‘etkiye açık olma’ durumunun, büyükşehirlerdeki muhafazakâr taban için daha geçerli olduğunu söyleyebiliriz o zaman…

Tabii, çünkü şehirlerin dinamikleri farklı. Hayat daha dinamik, insanların beklentileri daha farklı. Gündelik hayatın getirdiği değişimden insanların ortaya çıkardığı talepler biraz daha fazla olabiliyor. Buna bağlı olarak hayal kırıklıkları da fazla olabiliyor. Bir de şimdi şöyle bir şey var. Kabul etsek de etmesek de, bunu Bıçkın ve Ağlak kitabında da anlatmaya çalışmıştım, toplumun daha zenginleştiğini söyleyemeyiz ama insanların tüketim güçlerinde bir artış oldu. Standartları değişti. Bu AKP olmasa da olacaktı. AKP’nin dönemine denk düştü. Bize çok basit gelen şeyler bunlar… Mesela pek çok insan hayatlarında ilk kez AVM’ye gitti. Pek çok aileden ilk defa üniversiteye giden insan çıktı. Pek çok aile ilk defa araba aldı. Kentsel dönüşümü pek çok yönüyle eleştiriyoruz ama insanların bir kısmı gecekondudan çok küçük bir 23. kat dairesi olsa da bir apartmana taşındı. Şimdi bunun üzerine, ekonomi, refah ve tüketim gücü anlamında AKP’nin ekleyeceği çok da fazla bir şey kalmadı. İnsanların da böyle dönemlerde beklentileri yüksek olur. “Bana 2002 ile 2015 arasında bunları verdin, e üzerine ne vereceksin?” diye sorar. “Artık elimdekileri kanıksadım, haftada birkaç defa AVM’ye gidiyorum, bir tane Doblom var, parasını vererek çocuğu da vakıf üniversitesinde okutuyorum, daha fazla ne olacak” diye düşünmeye başlar. Bu beklentiler şehirlerde daha yüksek olduğu için buralarda küçük kaymalar orta boylu kaymalara dönüşür ise Türkiye açısından daha umutlu bir durum olur.

Bu anlattığınız, AKP’nin topluma sunabileceği pozitif taraflarının bittiği yorumlarını destekleyen bir şey değil mi?

Bir tıkanıklık var. Hem hayatın doğal akışı içinde bir tıkanma oluyor hem de özel ekonomik kriz koşulları bunu besliyor. Ekonomi üzerine bir uzmanlığım yok ama sıradan bir ekonomi programı izleyicisi ve ekonomi yazıları okuyucusu olarak anladığım kadarıyla durum kötü.

“Çok uzak olmayan bir gelecekte muhafazakârlar arasındaki elitler-elit olmayanlar tartışması derinleşecek” diye bir tespitte bulunmuştunuz. Seçimden önce de bu tür gözlemler paylaşıldı. AKP’lilerin zenginleştiği ve kendi tabanlarından koptuğu ifade ediliyor. Seçim sonuçlarına bakınca bu kopukluğun etkisini görebiliyor musun?

Burada kültürel durum ve ekonomik durum farklı. Herkesin değilse de epey insanın nispi tüketim gücü arttı. İnsanlar kendilerinden çok, duruma aslında çocukları üzerinden bakar. “Benim çocuğun akbil parasını zor denkleştiriyoruz, onun çocuğu cipte geziyor” gözüyle bakar. ‘Göreceli yoksunluk’ diye üzerinde durduğum bir kavram var. İnsanların birebir varlık-yokluktan öte, kendilerini karşılaştırdıkları, yani ölçü kabul ettikleri kişiler ve gruplar oluyor. Aynı mahalleden iki tane usta düşünelim, birisi müteahhit oldu ve çocuğu da çok zengin. Öbürü de hala aynı kısıtlı koşullarda yaşıyor. Ekonomik anlamda bu sınıfsal farklılaşma bir yakınmaya yol açabilir. Bu yakınma ne ölçüde oy tercihlerini değiştirmeye götürür, onu bilemeyiz. Çünkü dediğim gibi, reis denen son derece güçlü bir faktör var ortada. Kültürel anlama geldiğimiz zaman, orada aileler arası değil, belki ailenin içinde farklılaşmalar ortaya çıkacak. Sonuçta ne kadar beğenmesek ve bazılarının eğitim kadrolarının niteliksiz olmasının ötesinde mide bulandırıcı olduğunu görsek de, daha önce hiç üniversiteye insan göndermemiş ailelerden ilk defa bu üniversitelere öğrenci gidiyor. Onlarla annelerinin, babalarının, dedelerinin kültürü arasında illa ki bir fark oluyor. Mesela büyük kentlerin en muhafazakâr üniversitelerinde okuyan ve kendilerini de muhafazakâr olarak tanımlayabileceğimiz öğrencilerin içinde bile Çubuk’taki ‘Osman amca’ denen insana yürekten sahip çıkanlarının oranının fazla olduğunu düşünmüyorum. Bu gençler içinde, benim hiç kullanmadığım ve sevmediğim “çomar” kavramının, belki o kelimeyi kullanmasalar bile, bu tür saldırıları yapanları “çomar” olarak algılamaya başlayanların ortaya çıktığını görebiliriz. Bu da olayın kültürel açıdan farklılaşması ve kopması demek. Büyükşehir ile taşradaki farklılaşma ise daha geniş kültürel gerilimler doğuruyor.

ÜLKENİN İLERİCİ DAMARI ‘BU İŞ KOLAY DEĞİL’ DİYOR

Peki ülkenin aydınlanmacı, ilerici ve laik damarı ne durumda? Üst üste alınan seçim yenilgileri moralleri bozmuştu. Ama 31 Mart yeni bir sayfa açtı. Tüm bu kara tabloya rağmen direngenlik ve pes etmeme halini; “Bu ülke sahipsiz değil” duruşunu nasıl açıklarsınız?

Sorunun içinde cevap var. İnsan baktığı zaman hoşuna gidiyor. İlerici, laik, aydınlanmacı olarak tanımlanan insanlarla belki kişisel olarak pek çok noktada ayrışıyorum. Ama genel tabloya baktığımız zaman, işin analizinizi bir kenara bırakıyorum, hakikaten benim de duygusal anlamda hoşuma gidiyor. İktidara “O kadar da kolay değil” diyorsun. İşte şu Çubuk’taki olaya baktığın zaman bunu duyguyu bir ihtiyaç olarak hissediyorsun. Siz orada onu yapıyorsunuz ama burada da başka bir güç var. Ben hep söylüyorum, Atatürk’ü seven ama Atatürkçü olmayan bir insanım. Bundan 20 yıl önce statlarda 10. Yıl Marşı çalındığı zaman çok da hoşuma gitmiyordu. Mesela bugün tribünlerde “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırıldığı zaman, eşlik etmiyorum, kendimi de pek asker gibi de hissetmiyorum ama ne yalan söyleyeyim, o damar da hoşuma gitmiyor değil. Çünkü o bir şeyin karşılığı. Bir hayat tarzını ezmek, biraz daha serbest ve medeni bir bakış açısını yok etmek o kadar da kolay değil ruhunu burada görüyorum. İyi ki böyle bir damar var. 

İşin ekonomik güç kısmına çok da girmek istemiyorum. Ama şöyle bir şey var ki, bu kesimi tamamen sildiğin zaman ekonomi de göçecek. Çünkü tüketimin ekonomiyi döndürecek belli dinamiklerin falan yükü hala kısmen bu kesimin üzerinde. Tabii iktidarın da çok büyük ekonomik gücü var, onlar da ekonomiye dur dedikleri zaman ciddi hasar verebilirler karşın tarafın bu gücünü es geçemiyorlar.

Burada Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıya biraz daha derinlemesine girelim. İktidarın ve yandaş medyanın dozunu artırdığı bir şiddet ve nefret dili var. Giriş-gelişme-sonuç ve bilhassa yaşandığı yer bakımından bu saldırı size nasıl görünüyor? Profil olarak, kimdi bu saldırıyı yapanlar?

Her gerilimin sonunda olan Kılıçdaroğlu’na oluyor. South Park’ta her bölümün sonunda ölen bir karakter var ya, onun gibi. Çubuk’tan önce Meclis’te yumruk yedi, başka bir cenazede önüne mermi koydular, Artvin’de saldırıdan zor kurtuldu. Tazminat davalarından yazlığını sattı, kızının evinin pahalı olmadığını ispatlamak için o ev gitti. Zannedersem hemen her Bilkentli arkadaşı bedelli askerlik yaparken, oğlu uzun dönem askerlik yapmak zorunda kaldı. Kardeşi üzerinden aleyhinde video yapılıyor… Bu Amerika’da lisedeki zorbalıklar haber oluyor ya, işte Kılıçdaroğlu’nda bu liseli zorbalığı gibi bir şeye muhatap olan efendi öğrenci profili var. Beğenelim beğenmeyelim, adam kendince mütevazı ve efendi bir siyasetçi. Kendi cephesinden gençlerin sosyal medyada yaptığı hakaretleri geçtim, baya itilip kakılıyor adam. Bu işin Kılıçdaroğlu özelindeki tarafı. 

Saldırı özelinde şöyle bir şey de dikkat çekici: Herkes konuşmasının içerisinde bir yerde, “Doğru bulmuyorum” diyor. Kılıçdaroğlu’na doğrudan geçmiş olsun diyen yoktu. “Yanlıştır ama…” diye başlayıp olayı meşrulaştırmaya çalıştılar. 

Olayı gerçekleştirenlere gelirsek… Köydekilerin saldırısı mı, dışarıdan gelen organize bir saldırı mı tartışması var. Sen bana söyle, hangisi daha kötü? Ben birkaç gündür bunu düşünüyorum. Hangisi insanın canını daha çok sıkar, hangisi daha sinir bozucu karar veremedim. Köyde gelişen doğal tepki olması çok korkunç bir şey. Dışarıdan böyle bir organizasyon yapılması daha korkunç bir şey. Söylendiği gibiyse, dışarıdan 3 otobüs geldiyse, bu kadar insanı bu kadar kolay bulmak ise büsbütün korkunç. Ama öyle de olsa böyle de olsa, bizim her şeyden çok çabuk tahrik olan insanımızın varlığı maalesef ki bir gerçek. Ta Cumhuriyet öncesinden beri olan, bazen kibarca muhafazakârlık demeye çalıştığımız ama dümdüz yobazlık da diyebileceğimiz bir damar var. 1950’lerden itibaren, bir yandan sosyal anlamda pek çok şeye hâkim olup bir yandan da hep mağdur tablosunu çizmeyi başaran bir insan tipinden bahsediyoruz. AKP iktidara geldikten sonra bu kitlenin hem sosyal anlamdaki belirleyiciliği arttı hem de o geleneksel her şeyden mağdur çıkma damarları daha da iyi şekilde beslenmeye başladı. Sağolsun liberallerimiz, “Muhafazakâr demokratlar, ezilenler, hep mağdur olmuş insanlar” falan diyerek buna katkı sundular. Mesela, “Ararın 155’i ha” diyen bir dede vardı. Ona baktığım zaman hiç gülememiştim ve şöyle düşünmüştüm. Şimdi bu Çubuk’taki olaylar için insanlar “Sivas’ı gördüm, Maraş’ı gördüm” diyor ya, hakikaten ben o dedede bunu gördüm. “Ararın 155’i” diyor ya, o 155’i arasa haklı da çıkacaktı. Ama 20 yıl önce arasa da haklı çıkacaktı, 50 yıl önce arasa da… Solcu öğretmene karşı jandarmayı çağırdığında da, mahallede solcu gençlere karşı polisi çağırdığında da haklı çıkacağını; Maraş’tan da, Çorum’dan da başına bir şey gelmeden kurtulabileceğini biliyor. Hani “Ak sakallı temiz dedelerimiz” falan diyoruz ya, pek çok insanın ailesinde o hacı dede var, bireysel olarak severiz ama özellikle yaşlı kuşak çok problemli. Geleneksel gücüne mağduriyet kıyafetini de ekleyebildiği için, süper güçlü hale geliyor. Bu Anadolu’da hep vardı. Dediğim gibi Cumhuriyet öncesine dayanıyor…   

MHP, Cumhur İttifakı’yla birlikte buraya fazlaca girmeye ve o kitlenin hayata bakışında daha da etkili olmaya başladı. Bunun Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıda bir etkisi olabilir mi?

Elbette ki var ama dediğim gibi tabandaki ortaklık, ruh ve kafa birliği ancak ayrıntılar üzerinden dönem dönem ayrışmalara neden oluyor sadece. 

SEÇİM ÖNCESİ VE SONRASI İKİ İMAMOĞLU VAR

Peki, İmamoğlu nasıl kazandı? AKP ne yapıyorsa tersini yaptı, tersini söyledi. Bir anlamda AKP’nin anti tezini temsil etti denilebilir mi?

Mesela ben şimdi şunu düşünüyorum, Ekrem İmamoğlu’nun yerinde başka bir adam olsa sonuç değişebilir miydi? Seçimin kazanılmasında İmamoğlu’nun rolü yok değil. Ama şöyle bir 31 Mart’tan geriye gidince, aslında Ekrem İmamoğlu o kadar da yüksek profilli bir aday değildi. Gitti Eyüp’te Yasin okudu, muhafazakârlara seslenen bir hali vardı. “Ekrem Başkan, görünce gözlerim yaşardı, insan birine bu kadar aşık olur mu” diyen insanların gözünde aslında bu kadar yüksek profilli bir aday değildi. Çok fazla konuşulmuyordu. İnsanlar ne zaman “Benim Ekrem başkanım” demeye başladı, 31 Mart gecesi. Orada 24 Haziran’ın hatalarından da ders alarak, o gece yapılan iletişim hatalarını yapmayarak daha yüksek bir profil çizmeye başladı. İnsan birkaç gün içinde algısı değişip çok yanlış düşünebiliyor. Başka birisi olsa kesin kazanırdı demiyorum. Ama kaybetse de az farkla kaybederdi. Çünkü şöyle bir potansiyel oluşmuştu. Zaten Ankara’yı Mansur Yavaş’ın kazanacağı belli gibiydi, AKP’liler bile söylüyordu.

Benim için, 31 Mart öncesi ve sonrasına dair iki İmamoğlu var. Hep soruyorlar ya, “Muharrem İnce ile İmamoğlu arasındaki fark ne?” diye. En önemli fark, seçim gecesindeki iletişim başarısı ve başarısızlığı gibi duruyor ama daha da önemlisi, İmamoğlu’nun kazanmaya yetecek kadar oy alması, İnce’nin alamaması. Ben açıkçası adı ilk açıklandığında İmamoğlu’na sempatiyle bakmadım, hâlâ da çekincelerim var. Her şeyden önce, prensip olarak, İstanbul’un bu son 15 yılda yaşadıklarından sonra belediye başkanlığı seçiminde bir müteahhide oy vermeyi istemezdim. Ama verdiğime pişman mıyım, değilim. Hakikaten kendince karizması olan bir adam ve belki bu geçiş döneminin ortaya çıkarabileceği en verimli figür. Benim yaşımda olunca şöyle karşılaştırmalar koyabiliyorsun; mesela Ahmet İsvan… 1970’li yıllarda İstanbul’da belediye başkanlığı yapmış birisi. Gecekondu mahallelerinden ve o dönemin en yoksul kesimlerinden aldığı oylarla eze eze kazanmış bir siyasetçi. Sonra barış davasından yargılanmış. CHP’nin sol kanadından… Şimdi İsvan ile İmamoğlu arasında kıyaslama yaptığın zaman da bir yandan da üzülüyorum. Çünkü Ekrem İmamoğlu’nun nispeten fazla oy almasının sebebi ne? Sağ kökenli olmasını söylüyoruz, muhafazakâr aileden gelmesi, Yasin okuması gibi faktörleri sıralıyoruz. Aslında seçim açısından baktığınızda, 1973-74’te, kimse bir CHP’li adayın muhafazakâr olmasını, Yasin okumasını beklemezdi. Ya da Ekrem İmamoğlu seçimin kesinleştiği akşam bir duble rakı içmiş mi içmemiş mi, bu tartışılıyor. Ama eskiden böyle bir şey söz konusu değildi. “Vay CHP adayı gitmiş bir duble rakı içmiş bak bir dahaki seçimi kazanamaz, halk buna oy vermez” falan gibi bir tartışma olmazdı. Tabii ki içer çünkü. CHP adayını da geçtim, Adnan Menderes… Hani AKP “Astınız” diye afişlerini yapıyor ya. Bugün bir CHP’linin kamuoyu önünde Menderes’in yaşam tarzını sürme şansı yok. Menderes’in içkisi de bilinir, afiyet olsun. Eğlence hayatı, çapkınlığı da biliniyor. Bırak CHP liderini, sıradan bir CHP milletvekilinin bile Menderes’in yaşadığı hayatı çok gizli tutması gerekir. Şimdi Türkiye’nin bu açıdan geldiği noktaya baktığınız zaman da ister istemez üzülüyorsunuz. Ama bulunduğumuz nokta buysa, bu nokta açısından da Ekrem İmamoğlu gerçekçi bir tercih oldu. Kaybetseydi bu havada olur muyduk, bilmiyorum. Çünkü herkesin kafası çok karışık. Bir önceki yerel seçimde de gittim Mustafa Sarıgül’e oy verdim ama bu seçimde Sarıgül’ün Şişli’de kaybedip siyaset sahnesinden silinmiş olmasına çok sevindim. Seçimi kaybedilmiş olsaydı da, Şişli’de Sarıgül’ün kaybetmesi benim için teselli ikramiyesi olacaktı.

İmamoğlu Türkiye siyasetinde nasıl bir rol oynayabilir; ‘zamanın ruhu’ denen mefhuma uyan bir profil mi?

İcraatta çok zorlanacak. Belediye meclisi onların elinde, bakanlıklar aracılığıyla birçok şeyini kısıtlayacaklar. Bunun üstesinden gelecek iletişim yolları bulabilirse, ki bulabileceği konusunda umutluyum, bir figür olarak şansı olur. Ama İstanbul’un bir sonraki dönem yine başkanı mı olur yoksa bir sonraki seçimin cumhurbaşkanı adayı mı olur, bilmiyorum. Herhalde şu anda en güçlü ihtimal İmamoğlu gibi duruyor. Özellikle Muharrem İnce’nin siyasi intiharından sonra… İmamoğlu kampanya öncesinde çok yüksek profilli değildi. İnce ise tam tersiydi. İnce çok yüksek bir noktada başlamıştı ama sonunu iyi getiremedi. İmamoğlu tam ters bir hareket izledi. 

ERDOĞAN HER AN YÖN DEĞİŞTİREBİLİR

Bıçkın ve Ağlak kitabında, “Erdoğan 2019’da seçilirse kapsamlı Kürt açlımı başlatabilir” gibi bir tahmininiz vardı. Şimdi gelinen aşamada Kürt meselesindeki yaklaşımını nasıl görüyorsunuz?

Kitapta, “Böyle bir şey olursa şaşırmamak gerek” anlamında söylüyorum. Çünkü Erdoğan, her an yön değiştirebilme gücü olan ve yön değiştirdiği zaman da kitlesini buna ikna edebilen biri. Şu anda tam bir manevra yapabilecek gücü var mı, bilmiyorum. Erdoğan’ın son 5 yıldaki koyu milliyetçiliğinin çok içten, ruhunda taşıdığı bir düşünce olduğunu sanmıyorum. Onun ruhunda ümmetçilik var. Az önce konuştuğumuz ortaklaştığı tabandan daha fazla oy alacağını düşündüğü ve stratejik olarak başkanlığa giden yolda o milliyetçi tabanla bütünleşmeye daha fazla önem verdiği için oraya kaydı. Oraya hapsoldu mu, çıkması kolay mı, bilemiyorum. Ama hâlâ kafasının içinde “Bir Kürt açılımı yapsam” diye bir şey vardır. Fakat en önemli hedef iktidarda kalmak olduğu için, onu iktidarda tutacak taban neredeyse oraya doğru gidebilir. Bu manevrayı yapacak alanı bulursa, deneyebilir. Burada “Benim açımdan rasyonel olur mu, hedeflerim açısından verim sağar mı” diye bakıyor. Erdoğan’ın kafası böyle çalışıyor.

HÜRRİYET GAZETESİ ŞİMDİ DAHA DA UCUZLADI!

Son olarak medyaya da girelim. Medya son zamanlarda azalan itibarını tamamen sıfırladı. Çok izlenen kanallar, okunduğu iddia edilen gazeteler bugün büyük bir halk tepkisiyle karşı karşıya. Medyanın içinde bulunduğu hale ilişkin ne söylersiniz? Türkiye’de medya daha önce böyle bir dönemi yaşadı mı?

Klasik medyanın bu kadar itibarsızlaştığı ve etkisizleştiği bir dönem olmadı. Böyle olmasının siyasal koşullardan bağımsız tarafı da var. Yazılı basının tüm dünyada olduğu gibi gücünü Türkiye’de de belli ölçüde kaybetmesi kaçınılmazdı. Türkiye de bu dijitalleşmeye uyum sağladı. Sonra siyasal koşullar devreye girince sermaye yapısı değişince, ne basılı olarak ne dijital olarak geleneksel medyanın eski gücü kalmadı. Aydın Doğan, Hürriyet’i sattığı zaman “Ucuza mı sattı pahalıya mı sattı?” diye tartışılıyordu, zannedersem şu andaki değeri Aydın Doğan’ın sattığının 10’da biri falandır. Ne tirajı kaldı ne okuru… Yok demeyeyim ama dijital olarak ziyaretçilerinin ağırlığı az. E zaten Güneş, Takvim gibi gazeteleri tartışmaya gerek duymuyorum. Onları parayla alan kimse var mı acaba? Mesela “Mutlu musun Ekrem” başlığını atan Güneş gazetesi için, “Arkadaş benim gazetem bu” diyen, sabah uyanınca “Gideyim de sabah alayım” diye düşünen Türkiye’de 100 insan bile yoktur herhalde. Zaten varlığı-yokluğu bir. Muhalifler “Bu ne rezalet” diye paylaşmasalar, kimsenin gördüğü de yok. Bedava dağıtıldıkları yerlerde de insanlar büyük ihtimalle spor sayfalarına bakıyorlar. 

Medyaya çağın getirdiği alternatif mecralar açısından baktığımızda Türkiye o kadar fena durumda değil. Mesela seçim gecesi, hem dönemin işsiz bıraktığı gazetecilerden hem de daha yeni kuşak kardeşlerimizden o kadar fazla yerde dijital yayın yapıldı ki… Bunların belli bir düzeyin üstünde kaliteleri de var. Bazıları nispeten kurumsallaşmıştı. Yeni medyanın biraz böyle olması gerekiyor. O açıdan durumu pek umutsuz görmüyorum. Seçim gecesi insanlar “Nereden izleyeyim?” diye düşündüğü zaman, bilgisayarında, cep telefonlarında ve tabletlerinde alternatifler buldular. Tek sıkıntı veri kaynaklarıydı ama 31 Mart’ta sivil kaynaklardan iyi veri akışı sağlandı. Onlar olmasa, Ekrem İmamoğlu şu an belki de başkanlık koltuğunda oturamıyordu. Bunlar önemli.

Benim takık olduğum bir sosyal medya muhalifliği var. Mesela 24 Haziran’da denmişti ki, “Sandıkların yüzde 99’unda müşahit var.” Geri kalan yüzde 1 de, bin sandıktan aza denk geliyor. “Vay efendim nasıl yüzlerce sandıkta temsilci olmaz” diye eleştiriyorlar. Bak Çubuk ilçesi, Ankara’nın burnunun dibi. Oradaki ortamı görüyorsun. Öyle 55 bin yere müşahit yollamışlar. Bunun Bingöl’deki köyü var, Bayburt’taki kasabası var. Öyle sırt çantanla gidip, “İhtiyar amca ve ahşap ev fotoğrafı çekeyim de Insta’ya atarım” havasında gidilmiyor seçim günlerinde. Gidiyorsun o adamlarla beraber sandığın başında bekliyorsun. Bütün bu deneyimler önemli. Sırf siyasal alan olarak bakıyorsun ama, Türkiye’nin mahvolmuş medya ortamını biraz dengeleyecek ruhu da oralardan bulabiliyorsun, besleyebiliyorsun. Çünkü pek çok şey birbirine bağlanıyor. Sandık müşahitliği dediğin şey haberi besliyor, haber oradaki siyasal duruşu besliyor, oradaki siyasal duruşun biraz daha kararlı olması daha fazla insanın sandığı sahip çıkmasını sağlıyor. Tüm bunları da aşama aşama öğreniyoruz. Belki bundan 10-15 yıl sonra, AKP’ye bunun için şükredebiliriz! Çok uyuşuk bir dönemimizde bizi böyle alternatif örgütlenmeler bulmaya mecbur bıraktılar. 

***

GEZİ RUHU BU KEZ SANDIKTA BULUŞTU

Gezi Ruhu’ olarak tanımlanan ‘ruh’ şu an ne âlemde?

O insanlar 31 Mart’ta sandıklarda bir kez daha buluştu. Bir daha Gezi tarzı bir hareketin çok kolay olacağını düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’de ciddi bir polis-parti devleti baskısı var. Gezi’de çok politize olmamış birtakım beyaz yakalılar, üniversiteliler ve liseliler vardı. Onların pek fazla sokağa döküleceğini zannetmiyorum. İnsanları bu yönde teşvik etmenin doğru olduğunu da düşünmüyorum. Böyle konuşunca insanlar kızıyor, pasifizme teşvik etmek gibi anlaşılıyor. Ama olayın da böyle gerçekçi bir tarafı var. Daha sosyalist gelenekten gelenler gözlerini karartıp çıkar ama diğer insanlardan bunu çok bekleyemeyiz. Yapmadıkları için de kızamayız.