Büyük bir toplumsal tahribatla karşı karşıyayız. İstediğimiz sonuç olursa umudum şu ki, oturacağız bir tablo çizeceğiz, hayatın dökümünü çıkaracağız. Gizlenen, çarpıtılan pek çok şeyi göreceğiz. Zor olan kendimizle yüzleşmek. Nefesimiz tükenmeye yakınken boğulmamak için bir adaya çıkmaya çalışıyoruz. Adayı gördük, karayı gördük ama nefesimiz de tükeniyor. O durumdayız. Onun için de çıkacağımız adada ne olduğunu fazla düşünmek istemiyoruz.

Sosyolog-yazar Can Kozanoğlu ile seçime giden Türkiye’yi konuştuk: Boğulmamak için son nefeste adaya çıkmaya çalışıyoruz!
Fotoğraf: BirGün

Çevrim ÇEVİREN

Popüler kültür tartışmalarıyla hayatımıza girdiğinde 90’lardı. Fenerbahçe tirübünlerinden bir taraftar olarak kaleme aldığı “Bu Maçı Alıcaz” ile yazarlık sahasına adım attı. Popüler kültür tartışmalarını alevleyen Cilalı İmaj Devri elden ele dolaştı. Ve sonraki kitapları… 2018’de yaptığı nehir söyleşi kitabı “Bıçkın ve Ağlak”da yeni Türkiye’yi anlattı. 5 yıl çok uzun bir zaman aralığı olmasa da, bu süre zarfında dünyada ve özellikle ülkemizde yaşananlarla birlikte köprünün altından 50 yıla bedel su aktı. Şimdi belki de, seçimin arifesinde yeni bir Türkiye’nin daha eşiğindeyiz. Bu eşikten geçmeden önce son dönemeci de sosyolog- gazeteci - yazar Can Kozanoğlu ile konuşmasak olmazdı. Kendisi çok mütevazı davransa da söylediklerini ve söyleyeceklerini yakından takip eden bir hayran kitlesi olduğunu ekleyelim. 

Can, son kitabını Mirgün Cabas’la birlikte 2018’de çıkardın. Üzerinden bir pandemi, iki seçim, büyük bir deprem, bombalama olayı geçti. Geldik bugüne. Yine bir seçim devresindeyiz. Bu süreçte toplum olarak nasıl değiştik? Sen nasıl görüyorsun şimdiki durumu o günlerle kıyaslarsan bugünü?

Ben fazla iyimser bir insanım herhalde. 2018 Mayıs’ta çıkmıştı o kitap. 2018 ilkbaharından bakarken yaklaşan seçim konusunda umutluydum. Çok emin bir şekilde bakmıyordum ama iyi ihtimalleri o kadar uzak görmüyordum. İyi ihtimalin Muharem İnce olması da bugünden bakınca ilginç görünüyor tabii. Her şeye rağmen bütün bu saydığın sorunların bazılarını yaşamayabilir, kaçınılmaz olanları daha hafif atlatabilirdik. Sonra 2019 yerel seçimi biraz umut verdi, bugünkü umudun zemini oldu. Tabii, bu arada, umut bağladığımız şeyin CHP’nin kazandığı başarılar olmasını da ayrıca bir not etmek lazım. Belki biraz standardımız düşmüş durumda ama gerçekçi bakınca, o başarıları küçümsemek şımarıklık gibi görünebiliyor. Çünkü tablo gerçekten vahim. Sen beş yılda olanları saydın. Bir de yirmi yıllık hesap var. Üstüne küresel düzeyde yaşanan bazı sorunları koy. Öyle bir yirmi yıl ki hiçbir toplumun ağır hasar almadan çıkması mümkün değil. Yalnızca bir siyasal iktidar değişiminin çözemeyeceği, bırak kısa vadeyi, orta vadede bile kolay kolay çözülemeyecek bir toplumsal tahribatla karşı karşıyayız. AKP iktidarına muhalif olan, yaşananları keskin şekilde eleştirenlerin bile birçoğunun içine, zihniyetine kısmen nüfuz etmiş bir tahribat. Aynı doğrultuda oy kullanacağımız birçok insanı, hatta belki bunu dile getiren bizleri bile etkilemiş bir süreç. Çok ciddi anlamda bir zihniyet değişimi geçirmezsek işimiz zor. Ama iyimserim diyorum ya…

Can Kozanoğlu

“HAYAT İLERİ DOĞRU GİDER”

İyimser misin? Pek iyimser konuşmadın ama?

Çok tekrarladığım bir şey var, tarihin akışına ilerlemeci perspektiften bakarım. Lineer değil, kesintisiz değil ama sonuçta insanlık ve hayat ileri doğru gider. Pazar günü AKP ve Erdoğan kazanırsa çok ama çok vakit kaybetmiş oluruz, epeyi gecikir ama uzun vadede yine bunları atlatırız diye düşünüyorum. Umduğum ve dilediğim gibi olursa, seçimde AKP yeniden iktidara gelmezse, Erdoğan yeniden kazanmazsa, oturup bir toplumsal selfie çekmemiz ve halimize bakmamız gerekecek.

Umutlu ve heyecanlı mısın peki seçilmeyeceğine dair?

Valla bu söyleşide şu notu düşerek konuşmak lazım. 5 Mayıs 2023 Cuma günü yapıyoruz bu sohbeti. (Gülerek) İnişli çıkışlı bir şekilde, bir gün umutlu görüyorum tabloyu, bir gün bayağı endişeleniyorum. Bayağı da gerilerek bekliyorum 14 Mayıs’ı. Seçime 10 gün kala biraz daha emin halde olmayı da beklerdim açıkçası. O emin olma pozisyonuna gelemedim. Göreceğiz. Ama dediğim gibi o istediğimiz sonuç olur ise umudum şu ki, oturup hayatın dökümünü çıkaracağız. Gizlenen, çarpıtılan pek çok şeyi göreceğiz, yüzleşeceğiz. Enflasyon oranı, gerçekte nedir? İşsizlik oranı gerçekte nedir? Depremin asıl tahribatı nedir gibi… Onlar görece kolay. Zor olan ise kendimizle yüzleşmek. Yurttaşlık halimizle yüzleşmek. Özellikle gençler için daha zor ve belki daha acılı ama daha önemli olacak, daha gerekli olacak bu. Bundan 15 yıl önce sokak röportajı yapıp “liyakat” ne demek diye sorsan, herhalde 10 insanın biri filan bilirdi. Şimdi en çok kullandığımız kelimelerden biri oldu. Torpil var, liyakate değer verilmiyor. İnsanların niteliğine değer verilmiyor. Son derece haklı bir eleştiri. Özel sektörde kısmen öyle, kamu neredeyse bütünüyle öyle. Ama şöyle de bir acı gerçeğimiz var: O da yüksek ihtimal değil ama diyelim ki iktidar değişti, her şey çok adaletli oldu, konumlar tam liyakate önem verilerek belirlendi. Mevcut durumdan şikayet eden pek çok insanımızın, her yaştan insanımızın ama hayatın başında oldukları için en çok gençlerimizin bazıları için fazla bir şey değişmeyecek. Bazıları için. Çünkü hayallerine köprü olacak düzeyde birikimleri, nitelikleri yok…

“BAZILARI KENDİNİ GELİŞTİRDİ BAZILARI GELİŞTİREMEDİ”

Gençlerin donanımları yok diye mi düşünüyorsun?

Asla. Hiç öyle düşünmüyorum. Bu yanlış anlaşılıyor işte. Türkiye son 20 yılda, özellikle son 10 yılda daha önce hiç olmadığı kadar nitelikli, çok erken yaşta dünyanın her yerinde kendisine yeni ve güzel bir hayat kurabilecek dünya vatandaşı insanlar yetiştirdi. Ama bunun yanında hayallerinin karşılığını hayatta bulabilme şansı düşük olan, bunu gördükçe ya da sezdikçe hayli tepkisel davranan bir kitle de oluştu. Ortalama öğrenim süresinin artması ve teknolojinin getirdiği imkanlar eskiden de var olan uçurumu kapatabilirdi, tersi oldu. Yalnızca öğretimden gelen bir şey değil, genel olarak hayatın içinde bu sosyal sermaye dediğimiz şeyi biriktirme açısından da bazıları kendilerini daha fazla geliştirdi, bazıları geliştiremedi. O geliştiremeyiş yer yer bir kimliğe, sert bir dille ifade edilen kimliğe dönüştü. Burada fırsat eşitsizliği en önemli etken tabii. Bir solcu olarak bunu söylemezsem olmaz. Ama her şeyi o eşitsizliğe bağlamak da içime sinmiyor. Yani aynı koşullarda yetişen iki insandan biri her şeye rağmen üzerine ekleye ekleye var olmaya çalışıyor, diğeri her önüne gelene başı sonu altı üstü olmayan bir dille saldırıyor. Bazıları da o tepkiyi Z kuşağının tek sesi olarak değerlendiriyor. Burada yaygın Z kuşağı analizleri de etkili oldu sanırım. Şöyle bir bakış var; sanki 2000 yılında bir fabrika üretime başlamış ve seri üretim yapar gibi Z kuşağı diye bir ürün çıkarmış. Standard, tek tip. Diyelim Z kuşağında 2.5 milyon gencimiz var, 2.5 milyonu da aynı… Bir o kadar da X ve Y insanı. Mümkün mü böyle bir şey? Aradaki sınıfsal, ekonomik, kültürel, inançsal farkları yok saymak ve o karmaşık yapının temsilini bir alt gruba vermek… Ki bu alt gruplar da, yalnızca Türkiye’de değil küresel olarak yükselen popülist sağ akımların, yer yer faşizan çizgiye kayan dalgaların insan kaynaklarını oluşturabiliyor… Siyasal olarak o akımların seçmenleri olmasalar bile dolaylı yoldan besleyebiliyorlar bu yükselişi, bizde de kısmen böyle. İyimserim diyorum ama bu tablodan endişe duymuyor da değilim. Tabii bu potansiyel yalnızca gençlerden ibaret değil, aslında çok yeni de değil. Ta 2002’de AKP iktidara geldiğinde Cem Uzan’ın Genç Partisi’nin aldığı oyları düşün, aslında o da böyle bir şeyden kaynaklanıyordu. Bir tepki var, bir lider, tek hamlede çözecek bir figür arayışı var ama oturmuş bir ideolojik altyapı yok. Şöyle bir endişe taşımıyor değilim, seçimden sonra tüm sorunlar umulan hızda çözülemezse Ümit Özdağ’dan daha kontrollü, Muharrem İnce’den daha cazibeli biri bir anda çıkıp toplumun çoğunluğunu değil, gençlerin çoğunluğunu değil ama daha anahtar konum sağlayacak bir kitleyi çekebilir ki şu andaki kitle bile bu seçimde anahtar konumda sayılabilir.

Yeni bir sağ figürün ortaya çıkma olasılığından mı söz ediyorsun?

Bunlar illa ki sağcı ya da solcu olacak değil ama bu kanallardan beslenen tepkisel hareketlerin akacağı yer sağ oluyor. Yoksa bir sol popülizmden de bahsediliyor ama ben onları sol olarak nitelemem. İdeolojik alt yapısı olmayan, kolay agresifleşebilen bu tarz tepkisel hareketler eninde sonunda sağcılığa evriliyor. 

İYİLERLE KÖTÜLERİN SAVAŞI 

O dönem aşkla Muharrem İnce’ye koşan gençler şimdi aynı heyecanla TİP’e mi gittiler? Bu ilgiyi nasıl değerlendiriyorsun mesela? 

Muharrem İnce bir kitle oluşturmadı bence. Hareket halindeki bir topluluğun yolu şimdilik onun yanına düştü. TİP’in gençlerini öyle görmüyorum. Her dönem her bireyi daha az ya da daha çok etkiler, hepimiz bu eleştirdiğim dalgadan daha az ya da daha çok etkilenmişizdir. Ama TİP’e özel söylemiyorum, sosyalist partilerin gençlerini demin tanımlamaya çalıştığım kitleden ayırırım. Ayırmayanla da hiç uyuşamam. 

Bunun yanı sıra bir de Babala TV gençliği var. Oraya katılan gençleri nasıl buluyorsun?

Babala TV’nin gençlerini yayınlardan kesilmiş kısa videolardan bolca seyrettim ama hiçbir yayını baştan sona seyretmedim. Onun için haksızlık ediyor da olabilirim ama gördüğüm kadarıyla tepkiselliğin altına üstüne fazla şey eklememiş gençlerin katılımı yüksek oluyor. Elbette bir salon dolusu genç tek tornadan çıkmış değildir. Bir ağırlıktan bahsediyorum. Sosyal medyadaki baskın tavırlarıyla vokal ağırlıkları sayısal ağırlıklarının üstüne çıkmış bir kitle. Hep gençleri konuştuk şimdiye kadar, aslında kuşakları aşan problemlerimiz var. Kuşakları aşan zihniyet sorunları. Bugün seçimde aynı doğrultuda oy kullanacağımız insanlara belli anlamlar yüklüyoruz. Ben de yüklüyorum. Hatta iş şu basitliğe kadar geldi – öyle bakmamak lazım ama ben de bazen kendimi bakarken yakalıyorum – çok kullanılıyor ya sosyal medyada: Bu seçim iyilerle kötülerin savaşı… Biraz daha insancıl, biraz daha paylaşımcı, hayatın daha yumuşak bir dil üzerinden akmasını savunan, biraz daha hoşgörülü insanlar filan… Eminim ki, 14 Mayıs akşamı ben bu insanlara çok daha sevgiyle bakacağım, bir birlik hissedeceğiz ama hangi kuşaktan olursak olalım ve mevcut iktidara ne kadar muhalif olursak olalım hepimizin bir hesaplaşmaya girmesi lazım. 

“KAZANACAK AMA… YA BİR SAKATLIK OLURSA”

Sınıfsal bir ayrışmanın daha önemli olduğundan bahsediyorsun. Yine de kuşaklar arasında da bir fark yok mu? 

Var tabii ama benim anlatmaya çalıştığım, yaş gruplarını aşan bir şey. Z kuşağı, X kuşağı, Y kuşağı, boomer meselesinden öte genel bir f/p kuşağını oluşturuyoruz sanki. Fiyat/performans diye bir şey çıktı ya, alışveriş sitesi yorumlarında, sosyal medya tartışmalarında sürekli gördüğümüz. Bütün hayata, kendimizi merkeze koyarak, fiyat/ performans üzerinden bakmaya başladık gibi. Her performansımıza çok yüksek fiyat, çok büyük değer biçiyoruz. Her verdiğimizin karşısında çok yüksek, kusursuz performans bekliyoruz. Düz alışveriş anlamında söylemiyorum tabii. Yurttaş katılımımda, sosyal ilişkilerde… Tüketici kimliğinin yurttaş kimliğini bastırır hale gelmesi. Yerel değil küresel bir sorun ama Türkiye’nin özgün koşulları sorunu iyice derinleştiriyor. Hep siyasetçilere kızarız haklı olarak. Partilerdeki katılım kanallarının tıkalı olmasını eleştiririz, işleyişin demokratik olmamasını eleştiririz. Fakat işin yurttaş kısmında da her zaman masumiyet yok. 24 saat uykusuz kalıp oyları koruyanlar da var elbette ama oy vermekle internetten alışveriş yapmak arasında fark görmeyenler de var. Birkaç yılda bir gidip oyunu verecek. Harcadığı on dakika çok kıymetli olacak ve ondan sonra tüm çözümler, tüm imkanlar anında kapısında olacak. Ha CHP ha Amazon, ha İyi Parti ha Trendyol.

Tepkisellik var, bir yere tam kanalize olamayan bir kesim var. Ve bu seçimde de taktiksel bir oy verme durumu var. Öyle değil mi?

Taktiksel oy uzun yıllardır var. İçine sinmeden oy veriyorsun bazen; oy verme kararının ardından havaya girip taraftar olabiliyorsun, sonra birlikte sevinip birlikte üzüldüğün insanlarla arandaki farkı görüp öfkelenebiliyorsun. Mesela Ekrem İmamoğlu aday olduğu zaman ilk başta çok içime sinmedi. Ama bir müddet süre sonra, tamam dedim ben buna oy veririm. Seçim yaklaştıkça gelecek olandan çok gidecek olanı düşüne düşüne bayağı heyecanlandım. 31 Mart’ta çok sevindim. Haziran’daki tekrar seçiminde bayağı gerildim. Biliyorum kazanacak ama ya bir sakatlık olursa… Seçimi kazandık. Benim bulunduğum bölgede insanlar erkenden sokaklara döküldü, seçimi kutladı, mutlu oldum. Hatırlarsın, seçimin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra ilçe belediyelerinde grevler olmaya başladı. Tabii, DİSK’in olduğu yerde grevler oluyor iyi ki. Aslında Ekrem İmamoğlu’nu ilgilendiren bir şey de değil ilçe belediyelerinde olan grev ama onu da bilmedikleri için, baktım sosyal medyada yüzlerce insan İmamoğlu’na, “Başkanım sana oy verdik, bunları işten at” yazmış. Sabote ediyorlarmış. Bir tanesi tutmuş, “sendikalar soğuk savaş döneminde kaldı” diyor vs. Yani böyle insanlarla aynı yere oy verdiğini görüyorsun. Onun için, taa lafın geldiği yeri toparlarsak 14 Mayıs’ta, olmadı 28 Mayıs’ta iktidarın değişmesini, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesini çok umutla, hevesle, heyecanla bekliyorum. Bazen kızsam da Kılıçdaroğlu’nu çok seviyorum ayrıca. Ben gazeteciyim, tarafsız olayım gibi de hiçbir kaygım yok. Onlara da sonra umarım dönebiliriz. Çünkü biz de taraflı olmak konusunu biraz abartmış olabiliriz ama Türkiye’nin koşulları bunu dayattı. Neyse, o çok mutlu olmayı umduğumuz akşamdan sonra yine benzer ayrışmalar olacak illa ki. O ayrışmaların yanında, Türkiye’nin solcuları olarak bizim de ayrı bir defter açıp üzerinde çalışmamız lazım. Çünkü çok çok yıllardır, benim gençliğimden bu yana, “Türkiye’de sol için yeni imkanların, yeni alanların açılacağı bir döneme giriliyor arkadaşlar” diye başlıyoruz. Sonrası…

Sol bu seçim sürecinde nasıl bir sınav veriyor sence? İttifaklarıyla, ayrışmalarıyla? 

Bazı ittifaklar, bazı ayrışmalar diyorsun.  BirGün Gazetesi’nin – (Gülerek ) bunu da böyle yaz… 

Ne söyleyeceğine bağlı…

BirGün gazetesinin okurları için değil ama ekibi için bu söylediğim çok anlamlı olmayacak. Ben de sol içindeki bu ayrışmaların pek çoğuna belli bir geleneğe yakın insan olarak anlam yüklüyorum ama çok dar bir alanın dışında o ayrışmaları insanlara izah etmek, sola sempati duyan ama fazla da örgütsel yakınlıkları olmamış insanlara izah etmek kolay olmuyor. Zaman zaman tanık oluyorum, şunlarla şunların farkı ne, bunlar niye ayrı dendiğinde uzun uzun izah ediliyor fakat karşı tarafta hiçbir karşılığı olmuyor. Anlamıyorlar. Büsbütün anlamsız ayrımlar değil elbette ama izahı bu kadar zor oluyorsa…  

ERDOĞAN SEÇMENLİĞİ NORM OLDU

Seçimden sonrasını nasıl görüyorsun?

İlk defa gitmesine bu kadar çok yaklaşıldığı hissediliyor, muhalefet bloğunda hemen hiç kimse son düzlükte tutup da bir yeni arıza çıkarmak, yeni bir ayrışma çıkarmak istemiyor. Onun için de içimize çok fazla şey atıyoruz. Boğulmamak için bir adaya çıkmaya çalışıyoruz, nefesimiz tükenmeye yakınken. Adayı gördük, karayı gördük ama nefesimiz de tükeniyor. Şu anda o durumdayız. Onun için de adada ne olduğunu çok fazla düşünmek istemiyoruz. Yoksa, umduğumuz gibi adaya çıkmayı başarırsak, adada işler bayağı karışacak. Kaçınılmaz. Dizi sevenler için Lost adası, edebiyat sevenler için Sineklerin Tanrısı adası… Ne bu ittifakın bileşenleri aralarında tam olarak uyuşabilecek, ne de ittifakın her bir parçası kendi içindeki sükuneti koruyabilecek. Diyelim Kılıçdaroğlu 55’le kazandı, o 55 puanın aslında pek çoğunun talebi o kadar farklı ki. Lakin o günü görelim de sonrasına bakarız havasındayız. Acı ama gerçek.

Kamuoyu araştırmalarını yakından takip eden herkesin birbirine sorduğu bir soru da şu: Ülke bu kadar kötü yönetilirken nasıl oluyor da Erdoğan hala bu düzeylerde oy alabiliyor? Oylarında düşme var elbette ama ülkenin hali göz önüne alındığında belli bir düzeyin üzerinde oy alabiliyor olması sana da şaşırtıcı geliyor mu?

Toplumun bir kesimi için Erdoğan taraftarlığı ve Erdoğan seçmenliği olmak norm oldu; daha önce de söylemiştim bunu. Hep şu örnekle anlatıyorum; geçmişin merkez solunu merkez sağını düşün, 1970’lerde birbirleriyle çok sert mücadele veren iki taraf ama o merkez sağın önemli kısmı merkez solun neredeyse tamamı için norm Atatürkçü olmaktı. Atatürk’ü sevmek yani. Erdoğan için de koşullardan bağımsız olarak desteğini sevgisini asla esirgemeyecek bir kitle oluştu.  Bunun kaç puan olduğunu bilemiyorum ama herhalde bu 30 puan var. AKP’nin iktidarı seçimi kaybetmesi durumunda partinin hemen dağılacağını bekleyenler var. Öyle düşünmüyorum ama parti dağılsa bile Erdoğancılık uzun süre var olur. Dini inancım olmadığı için kim gerçek İslam’a hizmet ediyor, kim etmiyor hiç öyle kaygılarım yok. Haddim de değil. Dindarlara saygısızlık olur, bu gerçek İslam şu değil filan demek. Yalnız şöyle tahmin ediyorum; çok dindar biri olsam, koyu muhafazakar bir Müslüman olsam ben de Erdoğan’ı severim büyük ihtimalle. Gerçek İslam’ın ne olduğu yoruma bağlı bir şey ama Erdoğan’ın İslam dininin kamusal alandaki varlığını genişlettiği o kadar yoruma bağlı değil bence.

Seçimi Erdoğan kazanırsa?

Son yirmi yılda her beş yılda bir yükselen vitesle hızı artan bir gidiş var, artık ivmesi nereye yükselir bilemiyorum. Sonumuz hayrolsun derim ama… Kılıçdaroğlu’na, bence haksızca, çok yüklenilir; adaylık hırsın bizi yaktı diye. Muharrem İnce’nin de yerinde olmak istemem. Gerçi hiçbir koşulda onun yerinde olmak istemem ya… CHP karışır, İyi Parti karışır, Ekrem İmamoğlu’nun tepesinde sallandırılan kılıcı başına indirebilirler çünkü on ay sonra yerel seçim var. Muhalif seçmen yerel seçimlere kadar toparlanabilir mi, bilmiyorum. Yine en çabuk solcular, sosyalistler toparlanır diye düşünüyorum. Alışkın olma meselesi…

MÜLTECİLERİN SEÇİME ETKİSİ

Afganlar, Iraklılar, Suriyeliler derken bir de Ruslar ve Ukraynalılar geldi ülkeye. Mülteci ve göçmen sorununun seçim sonucunu ne ölçüde etkileceğini düşünüyorsun?

Teorik olarak baktığın zaman ne kadar kozmopolit hayat, o kadar renkli o kadar hoşgörülü o kadar gelişkin hayat. Türkiye de bazı ülkelerden daha fazla göç almış olsa da sonuçta onlarca ülkeden göç aldı son yıllarda. Ortadoğu, Asya, Afrika… O kozmopolitliğin yapısı Türkiye’deki gibi olunca teori biraz sallanabiliyor maalesef. Bir yandan ırkçılığa kızıyorsun ki, anne tarafımızdan Araplığımız da olduğu için, Arap karşıtlığı kırıcı da olabiliyor. Ama ortada ağır bir sorun olduğu da kesin. Yalnızca ekonomik yük ya da uyuşmazlıkların yarattığı risk de değil. Kendi bölgemden örnek vereyim: Adana, Mersin, son depremden sonra her şey değişti ama Hatay… Buralar kendi içinde dengeleri olan ve bunun sandığa da yansıdığı yerlerdi. Mesela Adana’da, Mersin’de dört partinin birden yüzde 20’nin üzerinde oy aldığı seçimler vardı. Bunların da hepsinin etnik, mezhepsel karşılığı vardı. O denge bozuldu. Anlatması uzun, bu tehlikeli bir şey. Böyle şehir şehir, bölge bölge bakınca da total olarak bakınca da endişe etmeye değer bir tablo var. Peki bunun kısa vadeli çözümü var mı? Yok. İki yıl içinde mültecileri göndermek filan hayal. Birçok kişi iki soruyu karıştırıyor. Gitsinler mi? Aşağılanmadıkları ve felaket koşullarına itilmedikleri şekilde gideceklerse gitsinler. Çünkü Türkiye’nin bu kadar insanı kaldıracak hali yok. Giderler mi? Gitmezler. Başından beri, 10 küsür yıl önce bu ilk göç dalgası başladığından beri söylüyorum, gelenlerin gitmelerinin iki koşulu var: Birincisi, Suriye’nin tarihte görülmemiş bir mucize gerçekleştirerek iki yıl içinde Türkiye’den daha zengin, daha renkli ve daha çok şey vaad eden bir ülkeye dönüşmesi. Mümkün mü? Hayır. İkinci ihtimal de Avrupa Birliği ülkelerinin kapıları tamamen açtık, isteyen istediği yere gelsin demesi. O mümkün mü? Hayır. Onun dışında gitmek istemezler. Dünya tarihi göç tarihi demek. Daha zengin olana, daha verimli olana doğru... Belki ileri yaş grubundan insanlar, Türkiye’de tutunamamış insanlar, Suriye’de bıraktıklarının daha fazla getirisi olabileceğini düşünebilecek insanlar, ki oranları fazla olmaz, gider. Ama büyük çoğunluğu gitmez. “E, göndeririz.” Elli bin kişi yüz bin kişi olsa gönderirsin. Milyonlarca insanı zorla göndermek imkansız. Yani aman ne iyi oldu diyemiyorum ama galiba gitmeyecekleri ile yüzleşip, bunu kabullenmek lazım. En azından büyük bir bölümünün. Bu işin Suriyeli kısmı tabii. Pakistanlılar, Afganlar, daha bir sürü ülkeden akanlar… İstanbul’un merkezinde yaşayan insanlarının çok bilmediği, görmediği mahallelerde sekiz ayrı ülkeden insanlar çatışıyor. İşin içinde uyuşturucu var, silah var. İslamcı terör örgütleriyle bağlantılar var. Bu kadar kontrolsüzlüğün büyük sorun olduğunu söylemek ırkçılık değil herhalde. Bir de Ruslar’ımız, Ukraynalı’larımız var ki, İstanbul’da benim oturduğum bölgede artık market kuyruğunda, kasada, sokakta, çay bahçesinde hayatın çok olağan bir parçası haline gelmiş durumdalar. Onların bir vadede dönme ihtimalleri olabileceğini düşünüyorum. Çünkü sonuçta dönecekleri yer riskleri ve ekonomisi açısından Suriye değil, Afganistan, Pakistan hiç değil. Başa dönersem, ne kadar kozmopolit o kadar iyi diyoruz ama hayatın pratiğinde öyle olmuyor. Göç dalgaları çok yönlü etki yapar; mülteci ya da göçmen bir yere geçtiği zaman kendisi değişir, gittiği yeri değiştirir, memlekette geride bıraktığını değiştirir. Ailenin yarısı, Suriye’den Türkiye’ye gelmişse, Suriye’de kalmış olan yarısı da değişmeye başlar. Hayat değişir, mutfağa da yansır müziğe de yansır. Sanırım, en azından Suriyeliler için, bunu kaçınılmaz olarak yaşıyoruz ve yaşayacağız. Soldan bakarak ve soğukkanlı olmaya çalışarak söylediklerim bir yana, sosyal medyada Erdoğancı Suriyeliler’i filan görünce ağır biçimde sinirlenmiyor da değilim.

SEÇİM COŞKUSU, NASIL BAŞ EDİYORUZ?

Siyasal ve kültürel ortam bu. İnsanlar heyecanla bekliyor seçim sonucunu ama, atmosfer olarak durum ne? Depremin etkisiyle coşkusuzluk hali var mı senin de gözlemlediğin?

Kampanya döneminin başında deprem daha birinci ayını yeni dolduruyordu. Hatta bu meşhur masadan kalkma krizi, depremin birinci ay dönümüne denk gelmişti. Ondan sonra yavaş yavaş hareketlendi ortalık. Mitinglere baktığım zaman kalabalıklar hiç fena değil. Her taraf için söylüyorum. Coşkudan ne kastediliyor bilmiyorum ama belki fazla gerilmekten kilitlenme vardır. Bazı önemli maçlarında stad doludur ama tezahurat olmaz ya, taraftar gerginlikten kilitlenir. Öyle belki. Ben de bayağı gergin haldeyim seçim konusunda. 

Gerginlik deyince… Birkaç yıldır yaşananlar Türkiye’nin kaldırabileceğinden fazla bir yük değil mi? Bu kadar olayla nasıl baş edebiliyor insanlar sence? Kitlesel tepkiler olamadığında bireysel tepkiler oluyordu. 2018-20 arası intiharlar oldukça fazla. Alıştık mı artık bazılarının dediği gibi? Nedir insanların yola devam etmesini sağlayan? 

Demin söylediğim şey var ya, yurttaş kimliğinin tüketici kimliği altında ezilir hale gelmesi. Aslında o bazen de gündelik hayatta kurtarıcı oluyor. Diziden diziye geçer gibi, videodan videoya geçer gibi. Bir anda geriliyoruz, sonra hayatın başka bir bölümüne geçiyoruz; orada çok gülüyoruz, eğleniyoruz. Oradan başka bir yere geçip dinleniyoruz. Alışverişte reyondan reyona geçer gibi. Günümüz insanı böyle. Neredeyse hepimiz öyleyiz. Hayat bir yandan çok sıkıntılı ama o sıkıntıları unutturmak için de geçmişe göre çok daha fazla malzeme sunuyor. İstediği kadar dizi, istediği kadar tartışma, istediği kadar maç, yemek videosu, eğlencesi, mizahı, ağlatan şarkısı, güldüren şarkısı. Yani o istediğin anda istediğin mood’u değiştirme imkanını sunuyor ki, işte herhalde bir ona tutunuyorsun, bir diğerine tutunuyorsun. 

Son soru, var mı yeni bir kitap müjdesi?

Hayır.

Yok mu? Neden?

Çok konuşan ve yazan biri olmamaya da çalışıyorum. Niyetlendiğim kitaplar var ama duruyor öyle kafamda. Gençler yazsın, konuşsun. Sosyal bilimler alanında o kadar birikimli, donanımlı genç insanlar var ki… Tabii artık kaynaklara ulaşmak da kolaylaştı ve bunu iyi değerlendiriyorlar. Şu her cümleyi amk diye bitiren gençler yerine, biraz da onlar gençliğin temsilcisi olarak görülse. Elbette onlar da bizim insanımız ama zaman zaman, köşe başında zincir sallayıp da insanları korkutan ürküten genç grubu bütün mahalleye hakim olmuş gibi geliyor. Diğerlerinin hayatını bozamıyor ama diğerlerinin sesini bastırıyor. Bunun zararını da en çok o zincir sallayan genç görüyor. (Gülerek) Şimdi kazara bu söyleşiyi okusalar “dayı ne anlatıyon amk” derler büyük ihtimalle, canları sağolsun. Onlar için de hayat daha güzel olsun istiyorum.