1990’ların başında, tam olarak tarih vermek gerekirse 22 Şubat 1990 günü, teğmen Murat Şeref Baba, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’a “Alışamadım ve alışamayacağım bazı şeyler var” diye başlayan bir telgraf çeker. Genç teğmen, yobazlığa, yolsuzluğa, yoksulluğa, hayali ihracatçılara alışamadığını vurucu cümlelerle anlatır ve “Siz ‘Alışırlar’ dediniz Sayın Turgut Özal, ama ben sizin cumhurbaşkanı olmanıza da alışamadım” diye bitirir telgrafı. Bir süre sonra ordu teğmen hakkında soruşturma başlatır ve Murat Şeref Baba önce Haydarpaşa Askeri Hastanesi Psikiyatri Kliniği’nin tecrit bölümüne kapatılır, çok geçmeden de ordudan atılır.

1990’ların sonuna doğru, 1998 yılında, nadiren politik şarkılar yapan bir isim, Bülent Ortaçgil, “Light” isimli yeni albümünde “Normal” isimli bir şarkıya yer verir. “Normal” bir şekilde “Biralar soğuk mu dedim/Dedi ki normal /Peki ya havalar?/Valla gayet normal” diye başlayan şarkı giderek politikleşir ve Ortaçgil şöyle der: Peki dedim ya DGM?/Dedi ki normal/Ya OHAL, o kadar yıl?/Bilmem! Normal/Peki GAP, Zap, Hasankeyf?/Hepsi normal.”

Baba’nın telgrafı da, Ortaçgil’in şarkısı da, 12 Eylül sonrası Türkiye’sine ve özellikle 90’lı yıllara yönelik bir itiraz, bir tür estetik, sanatsal isyan olarak görülebilir. Her iki isim de farklı yöntemlerle de olsa, normalleştirilmek, kanıksatılmak istenene itiraz etmekte, yaşananlara alışmama, olan biteni normalleştirmeme çağrısı yapmaktadırlar.

Ahmet Hakan yıllar sonra, 2016’da teğmen Baba’yla bir röportaj yapmış ve Baba’ya nedamet getirtmek için çok uğraşmışsa da Baba yaptığı şeyin arkasında durmuş ve en ufak bir pişmanlık bile duymadığını söylemişti.

Ortaçgil yaptığı şarkıdan pişman mıdır bilmiyoruz ama geçen günlerde Sabah’a bir röportaj verdi ve bu sefer ironi yapmadan “her şey normal” anlamına gelecek cümleler kurdu.

Muhabirin “birlik beraberlik ihtiyacı” ile ilgili sorusuna verdiği yanıt şöyleydi Ortaçgil’in örneğin: ”Muhalefetiyle iktidarıyla uzlaşmamız gerekiyor. Sandıktan çıkan sonuca saygı duyulmalı öncelikle. Oy olarak da baktığımız zaman yüzde 52’yi yok mu sayacaksınız? Ya da muhalefette kalan yüzde 48’i? Başkan yüzde 52 civarında oy alarak seçilmiş. Muhalefet bunu kabul etmeli.”

Aynı gazetede bir gün önce Mazhar Alanson’la röportaj yapılmış ve Alanson da o röportajda “Bu topraklarda o söyledikleri gibi ‘laiklik de elden gitmez’, gitmedi de. Kimse korkmasın” demişti. Sabah’ta 9 Temmuz 2018’de de Ahmet Ümit’le bir röportaj yapılmış ve Ümit de şu cümleleri kurmuştu: “Sadece iktidarı eleştirmekle muhalefet yapılmaz. Muhalefet, nesnel bir bakış açısıyla yapılmalı. İktidarın eksik bulunan uygulamalarına karşı eleştiri yapılmalı ama doğru yaptığı icraatlar da desteklenmeli.”

Bu alıntıladığım cümlelerin hiçbiri “cımbızlama” değil ve hepsi de röportajların ruhunu yansıtıyor. Röportajların üçünün de aynı gazetede çıkması, ikisini ise aynı muhabirin yapması, ortada bir tesadüf olmadığını gösteriyor. Yeni rejim kendi yeni normalini “karşı mahalle”ye, kapsayamadıklarına, gidişata itiraz edenlere, tam da “karşı mahalle”nin okuduğu, izlediği, dinlediği, alanlarında saygın ve üzerine “yandaş” etiketi yapışmamış, “tarafsız” isimler üzerinden kabul ettirmeye çalışıyor.

Çünkü yeni rejim o çok tartışılan “kültürel hegemonya”yı on altı yılda kuramadığını, bundan sonra da kuramayacağını çok iyi biliyor. Kendi romancılarının, yönetmenlerinin, şairlerinin, müzisyenlerinin olmadığının, daha doğrusu ellerindekilerin hepsinin vasatın altında olduğunun ve herhangi bir saygınlıkları bulunmadığının gayet bilincindeler. Tam da bu nedenle, hiçbir şeyin normal olmadığı bir ülkede her şeyi normalmiş gibi göstermenin yolu, Alişan’lardan, Nihat Doğan’lardan, Yavuz Bingöl’lerden değil, Ümit’lerden, Alanson’lardan, Ortaçgil’lerden, bunları konuşturmaktan geçiyor.

Seçimin nasıl yapıldığının üstünü örterek seçim sonuçlarının kabulünden söz etmek, uzlaşı denilen şeyin aslında biat olduğu bilindiği halde uzlaşı çağrısı yapmak, iktidarda normal bir parti varmış gibi muhalefetten de normal olmasını istemek, dinselleşme alıp başını gitmişken “Laikliğe bir şey olmaz” diyerek muhalifleri rahatlatmaya çalışmak… Farkındalar ya da değiller -ki bence bal gibi farkındalar- bunları söylemeye ve hakikati tepetaklak etmeye mecbur ediliyorlar; onlar ise muhalif olmayı geçtim, suskunluğu bile tercih etmiyor, bu mecburiyete uyuyorlar.

Bu isimlere ve bundan sonra benzer işlere girişecek olanlara seslenerek bitirelim yazıyı: “Alışmıyoruz” diyenlerin, yani sizi esas olarak okuyanların, dinleyenlerin, takip edenlerin nazarında, belki sanatsal olarak değil ama politik olarak Nihat Doğan’la, Alişan’la, Yavuz Bingöl’le yan yana yazılacak adınız, şimdi ve gelecekte öyle anılacaksınız. Bundan büyük utanç var mı, tamah etmeye değer mi, onca emeğe yazık değil mi? Madem “Alışmayacağız” demiyorsunuz, hiç olmazsa susun. Evet, hiç olmazsa susun.