Yaptığımız ve yapmadığımız her şeyin sonuçları ve bu sonuçların da ister istemez politik yanları vardır. Söylediğimiz ve söylemediğimiz her bir sözcük, yaptığımız filmdeki küçücük bir sahne veya filme eklemediğimiz bir replik, tuvaldeki o fırça darbesinin varlığı ya da yokluğu diyalektik süreçte bir şeylerin olmasına ve bir şeylerin de olmamasına yol açar. Sonuçları kontrol altında tutmanın imkansız olduğu böyle bir varoluş alanında yapılabilecek en mantıklı şey, olacakları en azından öngörülebilir kılmak için eylediğimiz ve eylemediğimiz her şey üzerine düşünmek gibi görünüyor.

Clint Eastwood son filmi The 15:17 to Paris‘i (15:17 Paris Treni) yaparken ne kadar düşünmüştür acaba? Ağustos 2015’te Paris’e doğru giden bir yolcu treninde üç Amerikalı gencin İslamcı bir teröristi durdurması olayı üzerine kurulu filmde Amerikan milliyetçisi kahramanlar yetiştirmenin yollarını anlatırken uyguladığı stratejiye bakılırsa epey düşünmüş olmalı...

Genç kahramanların saldırganı alaşağı etmesine ve cumhurbaşkanından ödül almalarına aralara serpiştirilmiş üç kısa sahne ve 16 dakikalık finalle birlikte toplam 20 dakika ayıran yönetmen filmin ana iskeletini oluşturan 70 dakika boyunca geriye dönüşlerle Amerikalı gençlerin çocukluk ve ergenliğini, orduya katılmalarını vs anlatıyor. Askeri kamuflaj desenli kıyafetleri hiç üstünden çıkarmayan, çok geniş bir ‘havalı silah’ koleksiyonu olan çocukların büyüyüp asker oluşunu gösteren Eastwood’un amacı çok açık: Bir terör saldırısını engelleyen, bizzat Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın ödül verdiği bu kahramanlar gökten zembille inmedi, onları militarist kültürüyle Amerika yaptı!

Trump’ın başkanlığa ilerleyişi sırasında “Bu adam hiç değilse gerçekleri söylüyor” (Esquire, August 2016) diyerek üstü kapalı biçimde desteğini duyuran Eastwood’un böyle bir film yapmasında çok da şaşılacak bir şey yok tabii; Amerikan sağının zirve yaptığı ‘70-‘80ler boyunca imza attığı Dirty Harry serisi başta olmak üzere Eastwood filmografisinin önemli bir kısmı ırkçı ve erkek-egemen şiddetle iç içe geçmiş bir ideolojik duruşu temsil ediyordu. 1976’da oynayıp yönettiği The Outlaw Josey Wales/Kanunsuz Josey Wales adlı film ise açıkça tescilli bir faşistin anlatısından üretilmişti. Ailesi Amerikan İç Savaşı sırasında ‘mavi üniformalılar’ (kölelik karşıtı Kuzeyliler) tarafından katledilen Güneyli çiftçi Josey Wales’in intikam arayışını anlatan, bu sırada kölelik taraftarı Güneylilerin iyi, kölelik karşıtı Kuzeylilerin ise tümüyle rezil karakterler olarak sunulduğu filmin senaryosunun uyarlandığı Gone to Texas‘ın yazarı Forrest Carter, Ku Klux Klan üyesi bir ırkçıydı. Yani Eastwood sinemaya başladığı ilk yıllardan bu yana ne yaptığını, bunu niçin yaptığını ve olası sonuçlarını biliyordu, biliyor.

Yaptığımız ve yapmadığımız her şeyin sonuçları ve bu sonuçların da ister istemez politik yanları vardır. Yazdığımız ve yazmadığımız her bir sözcük, çektiğimiz fotoğrafın kadrajına aldıklarımız ve almadıklarımız, oynadığımız oyundaki bir repliğin varlığı ya da yokluğu diyalektik süreçte bir şeylerin olmasına ve bir şeylerin de olmamasına yol açar. Recep İvedik veya Cumali Ceber gibi hoyrat ve cahil karakterlerin temsil ettiği bir dünyada, mesela iktidarla iyi geçinen bir grup şarkıcı-oyuncunun “Aman ha, sakın savaş karşıtı olduğumuzu sanmayın!” dercesine örgütlenip çatışma bölgesine gitmesinin yol açacağı insanlık ve onur kaybını düşünün...

Ya da mesela, karlarla kaplı Doğu Anadolu coğrafyasının olanaksızlıkları içinde hayat kurtarmak için çabalayan ebe Mürvet’in tanık olduğu toplumsal sıkışmanın anlatıldığı 1983 yapımı Derman’ı ele alalım. Solcu bir yazarın kitabından solcu bir senarist tarafından uyarlanıp solcu bir yönetmen tarafından çekilen bu filmde Mürvet’i canlandıran Hülya Koçyiğit, geçen hafta Türkiye ile ilgili olarak şunları söyledi: “Kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Çok fazla atıp tutuyorlar.” (Posta, 10 Şubat 2018)

Derman’ın uyarlandığı kitabın yazarı Osman Şahin, hikayeyi senaryolaştıran Ahmet Soner, yöneten Şerif Gören, müziklerini yapan Yeni Türkü grubu, filmde Koçyiğit’e eşlik eden köylülerden bugün hayatta olanlar da aynı şekilde mi düşünüyorlardır dersiniz? Hayır, öyle düşünmüyorlar. Derman’ı çekerken ne yaptıklarını ve niçin yaptıklarını biliyorlardı, hâlâ bildiklerine eminim. Yeni Türkiye’nin âkil insanı Hülya Hanım ise, inanarak söylediği belli olan bu sözlere bakılırsa ne yaptığının, niçin yaptığının, bir ideolojik baskı mekanizmasının yeniden üretimine nasıl destek olduğunun farkında değil…

Şerif Gören’i Clint Eastwood’dan, Eastwood’u da Hülya Koçyiğit’ten büyük kılan şey budur belki de...