Ne vakit siyasetçilerimiz kurşun gibi sözler sıkarak insanlar ve kurumlar arasında savaş rüzgârları estirse, Yunus Emre’nin...

Ne vakit siyasetçilerimiz kurşun gibi sözler sıkarak insanlar ve kurumlar arasında savaş rüzgârları estirse, Yunus Emre’nin bu dizelerini hatırlarım. Sabahattın Eyüboğlu’nin deyişiyle “Şairler şairi, insanlar insanı, garipler garibi, dostlar dostu Türkmen kocası, Yunus Emre” 700 evvel söylemiş bu sözleri. Öyle bir zamanda ki dünyaya sadece kılıç, mancınık, ok ve yay hükmediyor. Moğol istilası, Yunus'un sağlığında dokuz kere Anadolu’nun üzerinden bir silindir gibi gecmiş. Taş üstünde taş bırakmamış, baş üstünden düşen başın sayısı yüzbinlere ulaşmış. Moğol seline direndi diye Sivas’ta kırk bin insan diri diri hendeklere gömülmüş. Anadolu’da düzen bozulmuş, "Beylerin yediği yoksul eti, içtiği kan olmuş. Bir nice kişinin gözünü gaflet bürümüş, hak yoluna bir yufkaya kıyamaz olmuş, Peygamber yerine geçen hocalar, şu halkın başına zahmetli olmuş. Yaylalar yaylamaz olmuş, kışlalar, kışlamaz olmuş.”
Yaşanmaz olan böyle bir dünyada bile Yunus Emre sözün barıştırıcı gücünden umudu kesmiyor. Yukardaki dizeleri şöyle tamamlıyor:


Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.
Koca Yunus bununla da kalmıyor. Sözün altın değerinde olduğunu ve rastgele harcanmaması gerektiğini de hatırlatıyor. Sözünü, bugün unuttuğumuz iki atasözüne söyletiyor, diyor ki: “Az söz erin yüküdür, çok söz hayvan yüküdür, iyi söz ile her iş başa gelir." Halk bilgeliği bu öğütleri bugün başka türlü söylüyor: “Söyler isen bir söz söyle, sözünden ibret alsınlar, söylemezsen sükut eyle seni bir adam sansınlar.”
Tek tanrılı dinlerin iki kutsal kitabı da sözü, (kelam) yüceltir ve sözün yaratıcı değerine işaret ederek başlar. Müslüman tasavvufuna göre tanrı taâlâ  azamet-i gaybiyyesinde yalnızdı, kün (ol) buyurdu ve bütün kainat, yani ins ü cin, cemadat ve nebatat bu hitapla meydana geldi, varlığa kavuştu. Kitab-ı Mukaddes’in başlangıcı şöyledir: “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla bileydi, söz tanrıydı.”
Yazı ortaya çıkmadan evvel dünyanın mutlak hâkimi sözdü. İnsanlık yüzyıllarca sözlü kültür içinde yaşadı. Kültürü yaratan, kültürü gösterime getiren, kültürü konuşturan sözdü. Kültürü bir kuşaktan ötekine aktararak yaşatan sözdü. İnsanlar sözle haberleşiyor, sözle birbirini tanıyordu. Biz anlamasak bile, söz gelimi turnalar bile sesler çıkararak konuşup anlaşıyor, sesle eşlerini seçiyor. Ve seçtiği eşten ölene kadar ayrılmıyordu. Sözlü kültür yerini yazılı ve basılı kültüre bırakınca söz yalnız kaldı. Herkesin okuyup anlamadığı, çözüp açamadığı kara satırlar haline geldi. Sözlü kültürde insanlar birbirini görüyor, söz yalanlara mı, doğruluklara mı kanat açıyor, konuşanın nefesinden, yüzünden, gözünden anlıyordu. Sözlü kültürde insanlar yüz yüzeydi, el ele, kol  kolaydı. Birbirine yakındı. Nefeslerinin sıcaklığını duyabiliyordu. Kanatlı söz daha kitap sayfalarına hapsolmamıştı.


HALKIN SÖZÜ MEYDANDA
Yazılı kültürün bu etkisine rağmen söz gene de meydanlardan kopmadı, kitleleri harekete geçirmekte gücünü kaybetmedi. Despot kral veya hakan, at üstünde yekinip, kılıcı ile gökleri döverek “İleri, tanrı bizimle beraberdir” deyince binler ölüme atılıyordu. Veya “yassak” dendi mi kalemlere ve ağızlara kilit vuruluyor, konuşan dil konuşamaz, yazan kalem yazamaz oluyordu. Hallac-ı Mansur’un dilinden Enelhak (Ben Mutlak Gerçeğim) sözü çıkınca  derisi yüzülüyordu. Söz kötülüklere olduğu gibi iyiliklere de vesile olabiliyordu. Söz, güzelliklerin, dostlukların ve barışın da kapısını açabiliyordu. Destan söyleyiciler, sözün dillerine tanrı tarafından konduğuna inanıyorlardı. Bunun için, “Ha bu söyleyen dil Hakkın dilidir” demişlerdir. Gene bunun için doğum güçlükleri çeken kadına yardım etsin diye ozan çağırılıyor, kadının üstüne bir Manas okuması isteniyordu.


Yeniçeriler Fatih Sultan Mehmed’e çok güzel bi kız hediye ediyorlar. Kasideleri ile tanınmış, divan şairimiz Ahmet Paşa ki Fatih Sultan Mehmed’in hocasıdır, bu kıza sulanıyor. Bunu öğrenen Fatih sözün en kanlısını söylüyor, “Atın bu herifi zindana, yarın siyaset edin”, yani asın emrini veriyor. Ahmet Paşa o gece, divan edebiyatımızın en güzel kasidelerinden biri olan Kerem kasidesini yazıyor. Sabah, Ahmet Paşa'nın dostları kasideyi Fatih’e okuyorlar. Ahmet Paşa'nın sözleri  Fatih’i o kadar etkiliyor ki “Bu sözü söyleyen ağıza toprak doldurmak reva değildir, çıkarın onu zindandan, ama bir daha böyle bir halt ederse derisini yüzdürür saman doldurturum” diyor. Söz Ahmet Paşa'yı ölümden kurtarıyor.
Sihaam-ı kaza adlı divanındaki acı yergilerin Nef'i'yi ölüme götürdüğü bilinir.


Politikacılarımızın bir kısmı konuşurken yağlı ballı sözü değil, zehirli ağulu sözü, savaşı kesen sözü değil, baş kestirmeye yatkın sözü tercih ediyor. Kürsüye, televizyona, meydanlara çıktılar mı, bizi Allah korusun, söz ağızlarından hançer gibi çıkıyor. Sözleri kıldan sert, kılıçtan keskin. Halbuki, kılıç yarası sağalır,(iyileşir) dil yarası sağalmaz denmiştir Politikacının sözü kitlelere iyilikleri de, kötülükleri de ekmede, yeşertmede, büyütmede yaman etkili. Söz bölebiliyor, dağıtabiliyor, insanları birbirine düşman edebiliyor. Dostları kanlı bıçaklı hale getirebiliyor. Bu asık suratın, acı sözün nedir sebebi? Bunun kişisel ve sosyal iki sebebi var. Çocuklarımızı baskı altında yetiştiriyoruz. Geleneksel ailede çocuğun gülüp eğlenmesi, sorular sorup öğrenmesi  hoş karşılanmaz. Hele büyüklerin  meclisinde çocuk konuşamaz. Sus sen, otur yerine denir. Bu baskı yalnız ailede değildi. Osmanlı toplumu otoriter bir toplumdu. En yukardaki Sultan-Halifenin sözü kanundu. Onun huzuruna ayakkabı ile girilemezdi, yüzüne bakılamazdı. O konuş demeden konuşulamazdı. Huzurdan çıkarken Sultana arka dönülmezdi, geri geri çıkılacaktı. Bu mutlak otorite derece derece aşağılara da yayılıyordu. İllerde valinin sözüne, orduda subayın sözüne, okulda öğretmenin sözüne karşı gelinemezdi. Politikada bugün bile başbakanlar, parti başkanları hep hâkim-i mutlak olmuştur. Bir zaman Milli Emniyet böyleydi. Hikmetinden sual sorulamazdı. Astığı astık kestiği kestikti. Ondan onay alınmadan hiçbir memur atanamazdı. Bu koşullar içinde büyüyen çocuk gergin, korkulu, kendisine güvensiz oluyor .Eline konuşma fırsatı geçince de gerginliğini ancak acı ve ters sözlerle, bağıra çağıra  boşaltabiliyor.


Güzel söz, tatlı söz elbet her sorunumuzu çözmeyecektir. Ama tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır denilmiştir. Tatlı söz meydana girince insanlar miting meydanlarından sıcacık odalarda yan yana gelebilir, oturup konuşabılir, söyleşip, halleşebilir, selam alıp selam verebilir. Tanrı selamı yürekleri ısıtıp, yüzleri yumşatabilir. Tatlı sözü denemeye değer. Hele bu bayram günlerinde.
(*) Yunus Emre