Bireyselleşmiş toplumda, siyasetin anlamı ve önemi de değişmiş mi oluyor? Hayatımızla ilgili önemli kararlar alınıyor ama bu kararlar alınırken kimsenin fikri önemsenmiyor, doğru düzgün tartışılmıyor bile. Tek tek bireyler kendi korkularıyla baş başa bırakılmış durumda. Örneğin İstanbul Sözleşmesi, ciddi ve kararlı kadın örgütlerinin muhalefetine rağmen iptal edildi. Kadınlarla ilgili hayati öneme sahip böylesi bir sözleşmeyi iptal ederken kadınların ne düşündüğü umursanmamış oldu. Kendisiyle yapılan söyleşiden oluşan ‘Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?’ adlı kitapta Ranciere, “Bir düşünce için en büyük bahtsızlık, ona hiçbir şeyin direnmemesidir” diyordu. Bugün bir direnme var, ama bu direnme yok sayılarak kararlar alınıyor ve farklı fikirleri olanlarda bir umutsuzluğun kökleşmesi amaçlanıyor, siyaseti bitiren bir umutsuzluğun... Bazı kararlar alınsın ve kimse direnmesin anlayışı, aynı zamanda o kararları alanlara da zarar veriyor.

Bireyselleşmiş toplumda siyaset, eskiden olduğu gibi “Size öğretecek bir şeyim var, dediklerimi yaparsanız gelecek güzel günler bizi bekliyor” gibi bir yaklaşımla yapılamıyor artık. Yaşanan hayal kırıklıkları ve değişen toplumsal dinamikler ve yeni bireyselleşme tezahürleri, böylesi politikaların inanırlığını azalttı. Bugün umut veren yaklaşımlardan ya da her şeyin daha da kötüye gittiğini iddia eden felaket tellallığından ziyade, yaşananları yorumlayan fikirler, çok daha anlamlı... Ranciere, şöyle diyor söyleşinin bir yerinde: “Size öğretecek hiçbir şeyim olmadığını öğretmek zorundayım; ben dinleyicilerim için buna bir şey daha ekliyorum: Ne istediklerini ve neticede benim sözlerimin kendileri için hangi anlama bürünebileceğini bilmek onlara düşüyor. Bazı insanlar bu sözlerden hoşlanmıyor. Bu yüzden beni okumaktan ya da dinlemekten geri duruyorlar. Söylediklerimden hoşlananlar da var, örneğin bana düzenli olarak sözlerimin kendilerine umut verdiğini söyleyen bir kitleden bahsedilebilir, oysa benim onlara özel bir gelecek perspektifi açmış olma gibi bir duygum yok. Onlara umut veren şey, esasında, ne yapılması gerektiğini söyleyen ve dediklerini yapma-dığımız ve yapamadığımız için her şeyin kötüye gideceğini anlatan mantıkların yanı başında, onlardan ayrı üretilen sözler.”

İKNA PSİKOTERAPİDE ETKİSİZDİR

Ranciere’in sözleri, aslında benzer bir mantığın psikoterapide de geçerli olduğunu anımsatıyor. Psikoterapide umut, kişiye yapılan telkinle, o kişiye verilecek görevler ya da ödevlerle değil, birlikte yorumlama ve anlamlandırmayla gerçekleşir. Telkin ya da ikna, psikoterapide etkisizdir, hatta zarar da verir. Kişisel gelişim endüstrisi, ikna, telkin ve daha iyi yaşamayı öğretmeyi amaçlayan tekniklere başvursa da, sadece kısa süreli bir etki yaratır, çünkü sahte kendilik yaratma teşebbüsünden öteye geçemez.

Bireyselleşmiş bir toplumda, ‘söz’ün, söz söylemenin ağırlığı ve öneminin yeniden kazanılması gerekiyor, hakikat sonrası diye tarif edilen bu çağda, söz eski önemini kaybetti çünkü. ‘Söz’e gücünü verecek olan şeyse, Ranciere’in altını çizdiği gibi, meşruluğu ve etkililiği hakkında yalan söylemeyi bırakan, dinleyen ya da okuyan kişilerin hoşuna gitmek için tavizler vermeyen, “başka vahaların yanı başında bir vaha ya da başka adalardan ayrı bir ada olma statüsünü kabul eden” sözdür. Bu vahalar ya da adalar arasında her zaman gidilecek yollar bulunabilir. Bu ‘muğlak’ zamanlarda, bizim ‘söz’e verdiğimiz değer, gelecek günlerimizi şekillendirecek.

SİYASET ‘SÖZ’ÜN GELECEĞİNE BAĞLI

‘Söz’ önemini kaybettiğinde, Bauman’ın dile getirdiği gibi nesneler ve beden kalır geriye. Bugün gittikçe artan hipokondriyak şikâyetler, yeme bozuklukları, estetik cerrahiye başvuranlardaki artış ve bedenle ilgili daha pek çok mesele, yaşanılan anlam krizine dair bize bir şey söylüyor. Bauman, yıllar evvel, bugün yaşanan salgını öngörmüş gibi şöyle yazmıştı ‘Bireyselleşmiş Toplum’da: “Beden, (...) sinsice hareket eden düşmanlarca kuşatılmış bir kaledir. Bedenin günlük olarak savunulması gerekir ve beden ile düşman ‘dış dünya’ arasındaki trafik tamamen engellenemeyeceği için (iştahsızlık hastalığına, öğünlerimizin miktarında meydana gelen o hastalığa yakalanmış insanlar bunu ciddi biçimde deneseler de) bütün giriş noktaları, bedensel delikler, yakından ve dikkatle korunmalıdır. Yediğimiz, içtiğimiz, soluduğumuz ya da tenimize temasına izin verdiğimiz her şey yarın, öldürücülüğü henüz açığa çıkarılmamış bir zehir olarak ortaya çıkabilir. Beden bir zevk aracıdır ve dünyadaki cazip şeylerle beslenmelidir; ama beden aynı zamanda sahip olunanların en değerlisidir ve bu yüzden onu zayıf düşürmek ve sonunda yok etmek için sinsice uğraşan dünyaya karşı ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır. Bariz biçimde bağdaşmaz bu iki kaygının gerektirdiği eylemler arasındaki çaresiz çelişki, tükenmez bir endişe kaynağı oluşturmaktadır; bunun çağımızın en yaygın ve tipik nevrozlarının başlıca sebebi olduğunu öne sürüyorum.”

‘Söz’ önemini kaybettiğinde, geriye sadece sahip olunan nesneler, bedensel hayat ve ölüm korkusu kalır. Siyaset ve hayat, ‘söz’ün geleceğine bağlı...