Sadece kurumların içini boşaltmakla kalmadılar, dili de çökerttiler, dilden geriye enkaz kaldı. Sözcükler moloz yığınlarını andırıyor, ağzımızda toz tadı. Barış, artık barışı ifade etmiyor, demokrasinin demokrasiyi ifade etmemesi gibi. Barış dediklerinde biz hâlâ barışı, kucaklaşmayı anlıyoruz, onlar savaşı. Onlar ileri demokrasi dediklerinde, biz demokratik bir toplumda yaşayacağımızı sanıyoruz ama yaşadığımız, despotik bir toplumdur. Savaşlar ve […]

Sözcükler hain, en tanıdık olanı bile!

Sadece kurumların içini boşaltmakla kalmadılar, dili de çökerttiler, dilden geriye enkaz kaldı. Sözcükler moloz yığınlarını andırıyor, ağzımızda toz tadı. Barış, artık barışı ifade etmiyor, demokrasinin demokrasiyi ifade etmemesi gibi. Barış dediklerinde biz hâlâ barışı, kucaklaşmayı anlıyoruz, onlar savaşı. Onlar ileri demokrasi dediklerinde, biz demokratik bir toplumda yaşayacağımızı sanıyoruz ama yaşadığımız, despotik bir toplumdur. Savaşlar ve kentsel dönüşümler insanı enkazlaştırdı. Ve insana ait ne varsa enkaz altındadır, dil de. Molozların altından dili çıkartamazsak, insan da toza, toprağa dönüşecek. Dili diriltmek, insanı diriltmektir; yüz yüze gelebilmemiz, belki de dil öncesine geri dönmemiz, birbirimize dokuna dokuna, jestlerimizle yeni bir dil yaratmamız gerekli. Yeni sözcükler icat etmek ya da içleri boşaltılmış sözcükleri yeniden yaşamla buluşturmak. Yaşamdan kopmuş sözcükler, iktidarın ağzında kılık değiştirdi, dört duvar arasında çınlayan sözcüklerinin büyüsüne kapılanlar var hâlâ. Oysa sözcükler aldatıyor, sözcükler hain, en tanıdık kavramlar bile.

‘SÖZCÜKLERİMİZİ YİTİRDİK’

“Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması” kitabında Marshall Sahlins, Tukidides’in M.Ö. 431-404 yılları arasında Peloponez Savaşı ve Korfu’da yaşananları anlattığı metninin, Batı’daki insan doğası fikrinin oluşumunda belirleyici olduğunu söylüyor (bgst). Burada insan doğasını tartışmayacağım ama Korfu’da yaşananlar hep yaşanıyor. Ne olmuştur Korfu’da? “Kendi yurttaşları arasında düşman saydıkları herkesi biçtikleri” bir iç savaş yaşanmıştı. Oligarşik bir rejim kurmak için halkın demokratik yönetimine karşı imtiyazlı sınıfın giriştiği isyan kanlı çatışmalara yol açmıştır. Tüm kurumların yıkıldığı, tüm değerlerin yitirildiği zamanlar. Anlaşma zeminimizi, sözcüklerimizi yitirdik. Ve Sahlins şöyle aktarıyor: “Tukidides’e bakılırsa, ahlaki yozlaşma kendi çıkarını gözeten riyakârlıkla birleşmiş ve öyle bir boyuta ulaşmıştır ki ‘kelimeler anlam değiştirerek şimdi kendilerine verilen yeni anlamları yüklenmek durumunda kalmıştır.’” Sözcüklere, kendi çıkarları peşinde koşan riyakârlar yeni anlamlar yükledikçe sözcükler tuzaklara dönüştü, iktidar bizi sözcüklerle avlıyor. Ve sonunda despotik bir rejime kapatıldık.

ÇİZGİ FİLM KAHRAMANLARI

“Korfu’da kıran kırana devam eden iktidar mücadelesinde kelimelere ihanet edildikçe hilekâr adil olana, adil olan da hilekâra dönüştü. Dikkatle planlanan entrika, kılık değiştirerek ‘meşru müdafaa’ olmuş, ihtiyattan kaynaklanan tereddüt ‘sahte korkaklık’ diye yerden yere vurulmuş, çılgınlığa varan vahşet ‘mertliğe’, itidal ise ‘namertliğe’ dönüşmüştür.” Bir zamanlar uğruna mücadele ettiğimiz kavramların bu denli hızla içlerinin boşaltılıp zıt anlamlarla yüklendiği bir çağda kafaların bulanık olmasına şaşırmamalı. Dünya, sözcüklerle ördüğümüz anlam ağlarından oluşur. Antropolog Geerzt, “İnsan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır” demişti. Sözcüklerle ördüğümüz anlam ağları çökünce, bir müddet havada asılı kalan, sonra farkına vardığında hızla yere çakılan çizgi film kahramanlarını andırıyoruz.

Ayaklarımız yerden ne zaman kesildi, ne zamandan beri anlam ağlarında asılı kaldık? Göksel varlıkların büyüsüne kapıldığımızdan beri. Göklere ulaşmak için dilden hiyerarşik kuleler yarattık. Ve anlam ağlarımızı, hep daha yükseğe taşıdık, tanrı kralların katına. Tanrı kralların katından yargıladık yeryüzünü ve aşağıladık. Aşağılanan, yeryüzünün bedenleridir, bedenlerimiz. Felaket, anlam ağlarının parçalanması ve kendimizi yeniden yeryüzünde bulmamızdır. Bir felaketler çağında sadece fiziksel yapılar çökmez, Heidegger’in dediği gibi ‘dil varlığın evi’ ise, dil de çöker, duvarlar yıkılır, yeryüzünden başka tutunacak dalımız kalmaz. Dili mülk edinirken tüm mülkiyet ilişkilerini de dile taşımış, dili dikenli tellerle çevirmiş, sözcüklerden duvarlar örmüştük. Kendimizi dilin içine kapatmıştık. Şimdi birbirini dışlamak yerine, uçsuz bucaksız bir düzlemde birbirine uç veren, yeryüzüne ihanet etmeyen sözcükler icat etmeli: Ayrık otu olarak dil.