Önce Günter Grass’ı, ardından Eduardo Galeano’yu kaybettiğimizi öğrendiğim gün, gecenin bir yarısı evden çıkıp balıkçılar kahvesine gittim. İçim daralmıştı, deniz havası solumak, soluduğum o havayla hafiflemek istiyordum. Kimseler yoktu kahvede, tanımadığım birkaç balıkçı... Galeano’yu hiç görmemiştim, karşılıklı çay içmişliğim yoktu, ama bir ayağı edebiyatta, bir ayağı sokakta gazete yazıları yazan bir ustam olarak her zaman yanımdaydı. Bu kahvehanenin müdavimi gibiydi, koltuğumun altında kitapları. Bu köşede de ondan sıkça bahsetmiştim. Mesela şöyle demişti bana 2008’deki bir yazımda: “İnsan bir iletişim ve diğerleriyle buluşma ihtiyacından yazar; kendisine acı vereni açıklamak ve mutluluk vereni paylaşmak için. İnsan, kendi yalnızlığına ve başkalarının yalnızlığına karşı yazar. İnsan, aslında talihiyle ya da talihsizliğiyle kendisini özdeş hissettiği yeryüzünün kötü beslenenleri, kötü uyuyanları, isyancıları ve hor görülenleri için yazar ve bunların çoğunluğu da okuma bilmez. Bilen azınlık arasında, kaçı kitap için para ayırır? İnsanın kitle denilen bu kullanışlı soyutlama için yazdığını savunarak bu çelişki çözülür mü?”

Bu çelişki, yazarken onunla birlikte hep düşündüğüm bir şeydi, hayata çıplak gözlerle bakarak yazmanın önemini hatırlarken de... Çünkü insan, sadece etten ve kemikten değil, sözcüklerden de yapılmıştı ve bir gazete yazarı bunu her zaman aklında tutmalıydı. “İnsan hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” diyen Vaneigem’i doğrularcasına, gündelik hayatta görmezden gelinen gerçekleri bulup çıkarmanın yöntemini öğretmişti yazdıklarıyla. Gündelik hayatın yüzeyselleşmesinin gazeteleri de yüzeyselleştirme tehlikesi taşıdığını, bundan ancak edebiyatla kurtulunacağını düşünüyordu; gazetecilik, şiir ve öykü gibi edebiyatın bir türü olarak ele alınmalıydı, gerçekten daha edebi, edebiyattan daha gerçek yazabilmek için.

2011’deki bir yazımda da, Galeano’nun bir “gizli madde” yazarı olduğundan bahsetmiştim: “Gazete yazarlığı, gündelik hayata dair uçucu, gevşek şeylerin kaydını tutmak bir bakıma. Ama o uçucu şeyler, gerçekte sanıldığı kadar uçucu da olmayabiliyor. Tanık olduğum şeylerin düşüncelerimin arasına sızmasından ve kalemimden dökülen sözcüklere yön vermesinden hiç rahatsız olmadım bugüne kadar. Galeano gibi hayata çıplak gözlerle bakarak, Sandor Marai gibi insanları ve olayları birbirlerine bağlayan o ‘gizli madde’yi analiz edebilme istenciyle huzursuz bir ruh olarak dolaşıp durdum sokakların ve kitapların arasında. Çünkü biliyordum ki, o gizli maddeyi analiz yeteneğinden yoksunsa bir gazete yazarı, tanık olduğu her şey, birbirinin tekrarı, anlamsız, kopuk ve boş gelecektir. Boşlukta yüzecektir kâğıdın üzerindeki sözcükler... Yazdıkça sözcüklerin ağır ağır kararmasına engel olamayacağı gibi, kişisel buhranlara prim veren gevezeliklerle, kıskançlık ve haset kokan sataşmalarla, güç elde edebilme arzusuyla dolu yalakalıklarla yazılan her sözcük, bir lanete dönüşecektir zamanla. Onu, sonsuza kadar çıkamayacağı tarihin lanetliler çukuruna düşüren sözcükler…”

Galeano, bir gizli madde yazarıydı; duyulmayan sesleri duymaya çalışan, insanlığın kayıp anılarının, tarihinin izini süren. Çok korkunç şeyler olan bu hayatta, güzel şeylerin de olduğunu ve o güzelliklerin çoğalabileceğini, bütün bu adaletsizlikler karşısında şiirsel adaletin peşine düşmenin gerekliliğini anlatmıştı hep. İşte bu yüzden, Galeano gibi yazarların aramaktan yılmadığı o derin anlamı, üzerimize boca edilen anlamsızlıklar içine bulup çıkarma arzusu bile, yaşamak ve mücadele etmek için güzel bir sebep. İnsan sadece etten ve kemikten değil, sözcüklerden de yapıldığı için, Günter Grass ve Galeano gibi yazarların her zaman yaşayacağını bilerek, herkesin bir gün “–mış gibi” yapmadan, hayata çıplak gözlerle bakacağı günlerin özlemi ve Didem Madak’ın “Herkes çıkarsın kalbini / O çirkin mücevher kutusundan / Ve herkes onu birbirine fırlatsın Tanrım!” duasıyla...