Başbakan sözün bittiği yerdeyiz dedi. Savaştan medet umanlara gün doğdu, barış yanlıları karalar bağladı!..

Başbakan sözün bittiği yerdeyiz dedi. Savaştan medet umanlara gün doğdu, barış yanlıları karalar bağladı! Sözün bitmesine isyan eden yazılar okuduk. Bir çoğu akla da, vicdana da hitap eden yazılardı. Söz hiç bitmez, barış sözle kurulur, anlaşma sözle yapılır diyorlardı ki, haklıydılar. Savaşın, şiddetin dışında ne düşünüyorsanız düşünün, sözsüz olmaz; sözden vazgeçilmez..

Ama; ama, sözün bittiği yerde olmanın, acaba konuşmak, uzlaşmak, barış isteyenler için de geçerliliği yok mu?

Bunca yıldır barış için çabalayan, savaş dursun, ölümler, acılar bitsin diye yollara dökülen insanlar var. Yıllardır Kürt halkının acısını anlamaya ve anlatmaya çalışıyor, toplumun ödediği bedellerini ortaya seriyorlar. Yıllardır Kürt sorunu dediğimiz şeyin Türkiye’nin sorunu olduğunu, tek çözümün siyasetin yolunu açmaktan geçtiğini söylemekten vazgeçmiyorlar. Burada demokratik açılımı, orada BDP’nin varlığı ve güçlenmesini önemserken, Kürtlerin istemlerini savunmanın Kürt halkı kadar tüm toplumun geleceği ve demokratikleşmesi açısından vazgeçilmez olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. 

İşte onlar için de sözün bittiği yere gelinmiş olamaz mı?

Onlar için de, artık bildiri yayınlamak, yürüyüş yapmak, toplantı düzenlemek ve konuşmaktan öte bir şeyler yapma zamanı gelmemiş midir?

Evet, onların konuşmaktan, yazmaktan başka silahları yok. Strateji bilmezler; güç hesaplarından anlamazlar; Ortadoğu dengeleri ne ister veya PKK ve BDP içinde neler döner pek ayırdında değilerdir. Bilenler olsa da, vicdanlarının sesini dinlediklerinde onları değil, insanı ve barışı konuşmayı tercih ederler.

 Ama acının dilini bilirler; kendi dilini konuşamayanın çaresizliğini anlarlar; savaşın ve ölümün getirdiği yıkımın farkındadırlar. Dağa çıkan, hapse giren, ölüme giden Kürt gençlerinin de, askerlik diye dağlara ve ölümlere yollanan Türk gençlerinin de acısını içinde duyarlar. Stratejinin değil,  insanın ve yaşamın peşindedirler.

İşte onlar için de, sözün bittiği yere gelinmemiş midir? Örneğin sormak gerekiyor, acılı yürekleri, yaşanmamış hayatları, orada 15-20 milyon insanın yıllardır yaşadığı çileyi, burada hiç yoktan yitirilen gençleri anlatmak için bu ülkede söylenmemiş söz kalmış mıdır? Söz bitmez, anlatacak daha çok şey vardır denilebilir; vardır kuşkusuz. Peki ya, sözün hükmü var mıdır?

Kürt halkının acısını ve çilesine de, toplumda kaybolan canlar gibi kaybolan yıllara da yanan biriyim; yüreğimdeki feryadı birçok kez dile getirdim. Önce can, önce yaşam dedim; diyorum. Ama görüyorum ki, küçük bir adıma sevinemeden, büyük kayıplar, ağır darbelerle karşılaşıyoruz. Evet Kürt meselesinde epeyce yol alındı. Peki, bedelinin ne olduğunu sormadan sevinelim mi? Bugünden yarına savaş ve ölümler devam ederse, yarın daha da ileri bir nokaya gelebiliriz diye savaşa ve öldürmeye devamı mı göze almalıyız? Görünen o ki, her iki tarafta da dayatılan bu.  Yani haklı soruların ve sözlerin hükmü yerine, gücün hükmü sürüp gitmekte.

İşte bu nedenle, sözün hükmü yoksa, her iki tarafta da savaşa ve ölüme dur diyenerin de söz dışında bazı yollar aramaları gerek diye düşünüyorum. Bu nedenle, silahın ve şiddetin değil, ama artık barışçı eylemlerin zaman gelmemiş midir diye soruyorum.

Eylem deyince yine  gençlerin ortaya atıldığı, başını çektiği eylemler anlaşılmasın sakın! Onların canını yeerince yaktık. Artık eylem zamanı, yazarı, çizeri, akademisyeni, gazetecisi, iş adamı-kadını, edebiyatçısı, sanatçısıyla adı sanı duyulmuş, yaşını başını almış bizlere gelmiştir. 

Yıllar önce yazdığım bir yazıda, ölümlerden duyduğum acıyla feryat etmiş ve her iki tarafta da gençlerin cepheye sürülmesine son vermek üzere anne babaları, aydınları, cephe gerisindekileri cepheye gitmeye ve oralarda “barış nöbeti” tutmaya çağırmıştım.  Bugünkü gibi, yalnız Kürtlerden oluşan ve operasyonları durdurmaya yöneik “canlı kalkan” eyleminden farklıydı düşündüğüm. Kürt ve Türk anne-babalarının, Kirt ve Türk aydınların ve barış isteyen herkesin katılabileceği “insani  ve toplumsal” bir duyarlılığın örgütlenmesiydi. Tabii, savaşın gerçekliği yanında hayli romantik bir öneriydi; tutmadı. Biz  bu tür önerileri filmlerde severdik; ama savaş, şiddet, acının gerçekliğiyle yıkanmış bir toplum olarak, hayata geçirmeyi aklımızdan bile geçiremezdik!

Aylar önce de  Barış Meclis’ine bir mektup yazmıştım. Barış istemenin yolunun,  Kürtlerin acısını konuşmak, taleplerinin haklılığını savunmak, insan haklarını, demokrasiyi hatırlatmaktan daha öte adımlara ihtiyacı olduğunu düşünüyordum; bunu anlatmaya çalışmıştım. Yine, Kürt ve Türk aydınlarından oluşacak bir grupla, bu kez Ankara veya İstanbul’da tutulacak bir “barış nöbeti” örgütlemek gibi benzer bir öneriden söz etmiştim. Benimki bir öneriydi; daha başkaları da düşünülebilirdi.  Ama, şu veya bu biçimde toplumun öne çıkan insanlarının bir araya geleceği bir eylemin sözün ötesinde bir önemi olacağını söylemeye çalışmıştım. Hala da öyle düşünüyorum.

Düşünün, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, Oya Baydar, Elif Şafak, gibi edebiyaçıların, Nuray Mert, Ruşen Çakır, Banu Güven, Can Dündar, Ece Temelkuran gibi gazetecilerin, Ahmet İnsel, Ayşe Buğra, Fuat Keyman,  İbrahim Kabaoğlu, Ahmet Tonak gibi akademisyenlerin, Sezen Aksu’dan, Genco Erkal’dan Uğur Yücel’den Müjde Ar’a uzanan sanatçıların katıldığı bir nöbeti düşünün. Burada verdiğim isimler, bu konuda duyarlılıkları bilinenler açısından bir kaç örnek sadace. Bu konuya duyarlılıkla yaklaşan daha birçok isim olduğu kuşkusuz; bunların çoğunun da böyle bir eyleme sempati ile yaklaşacağı düşünülebilir. Ayrıca Kürt sorununun çözümünü isteyen bir eyleme niye Koç, Boyner, Eczacıbaşı, Alaton gibi iş dünyasının önde gelenleri katılmasın diye de sorulabilir. Çok mu siyasi olur? Her gün yaptıklarının siyasetin “hası” olduğu düşünülürse, böyle bir mazeretin pek de anlamı olmayacağını düşünürler sanırım. Görüyoruz:

Kimlerden ses seda gelir, bilemeyeceğim; ama barış nöbetine katılımın sınırlı kalmayacağı açık.  Hatta bu girişimin kısa zamanda toplumun diğer kesimlerine de yansıyarak  “toplumsal” bir nöbete dönüşeceğini düşünmek de çok hayali bir şey olmasa gerek.

Toplumun yıllardır barışa ve huzura ihtiyacı  var; toplumun gelecek umuduna ihtiyacı var. Dış dünyadan gelen baskılar artmış, etrafımızdaki toprak kayıyor gibi; iç gerginliklerimiz ise ne kadar umut pompalanırsa pompalansın sürmekte. Kısacası bugünü ve geleceği ipotek altına alan sorunlarla boğuşuyoruz. Bunları yazmak ve söylemek de yeterli olmuyor.  Çözüm olmadıkça, bunlar kaygıların artmasından başka bir şeye yaramıyor. Benim toplumda gözlediğim bu.

Çözüm siyasette, evet. Ama siyaset, toplumsal bir baskı hissetmedikçe bu sorunu çözmekte ayak sürüyor; süreyecek de. Kürtler, umutları ve sabırları tükenmiş olarak yine silahtan, savaştan medet umuyorlar. O nedenle, toplumun düşünenleri, hissedenleri, kaygı duyanları için yapılacak bir şeyler olmalı. Söylenecek değil, yapılacak bir şeyler!

Yapılacak şeyler de, akıl kadar duyarlığa, basiret kadar cesarete, bilinen yollar kadar yaratıcı girişimlere ihtiyaç göstermekte. Bunları biraraya getirecek “toplumsal bir çekirdeğin”,  atomun çekirdeği gibi hem siyasetçileri hem toplumu dönüştürücü bir rol oynaması da mümkün. Düşünelim!

Özetle, şimdi büyük laflar eden, araştırıp yazan, acısını, sızısını anlatanların, artık söz dışında bir şeyleri düşünme zamanı.  

Başka öneriler varsa da, duyalım, dinleyelim derim. Ama esas olarak, “eyleyelim”.