Kitabın en büyük düşmanı ve hasmı egemen siyasetin kendini meşru ve haklı gören tabiatıdır. Siyasetle siyasi bir mücadeleye girenlerin hiç unutmaması gereken gerçek budur.

Spinoza’nın gözlüklerinden Marx’a

Umberto Eco ile senarist, denemeci, sanat eleştirmeni Jean-Claude Carrière’in kendi ifadeleriyle “dereden tepeden”, kimi zaman antikomünizmin kaba klişelerine kapılıp Nazizm ile Marksizm’i aynı kefeye koyan “çarıklı” türünden söyleşilerinde, kitabın başına gelenler konusunda ilginç değerlendirmelerle karşılaşırsınız. Bunlardan birisi ya da benim ilgimi çeken anekdotlardan birisi XVII, yüzyılın ünlü ressamlarından Lesueur’ün “Aziz Paulus Efes’te Vaaz Verirken” adlı tablosu üzerinedir. Jean-Claude Carrière tabloyu şöyle yorumlar: “Tabloda Aziz Paulus, bir dikili taşın üzerinde ayakta dururken görülür, sakallı ve cüppelidir, Üstünde cüppe vardır: tastamam günümüzdeki Ayetullah’ın görüntüsüdür bu, yalnız sarık eksiktir. Gözleri ateş saçar. Birkaç mümin vardır onu dinleyen. Tablonun alt kısmında, seyirciye arkası dönük, dizlerinin üstüne çökmüş siyah bir hizmetkâr kitapları yakmaktadır. Sayfaların arasından göründüğü haliyle kitaplar matematik şekilleri ve formülleri içeriyordu. Şüphesiz yeni din değiştirmiş olan köle, Antik Yunan bilimini yakıyordu. Ressam doğrudan ya da gizli olarak bize hangi mesajı aktarmak istemişti? Bir şey diyemem ancak imge olağanüstü yine de. Elemenin ötesinde bir şey bu, alevler vasıtasıyla bir tasfiye işlemi. Hipotenüsün karesi sonsuza kadar yok olmalı.” (Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın. Can Yayınları, s.204)

Kitapları yak her şeyi yak

Kitapları yakma, yok etme hevesi, alışkanlığı Nazilerin 6 Nisan 1933’te Alman Öğrenci Birliği’nin “Alman olmayan ruha karşı eylem” adı altında giriştikleri “saubering- toptan temizlik” gösterisinde 24 bini aşkın kitabın törenle yakılması ile sınırlı değildir. Bilinen tarihi İskenderiye Kütüphanesi’nin ve müzesinin yakılıp yıkılmasına, talan edilmesine kadar gidiyor. Günümüzde henüz böyle törensel “Saubering” eylemleriyle karşılaşmıyoruz ama kitaplara, sanata, kültüre, bilgiye düşmanlık, bin bir kılık altında hükmünü yürüten sansürle ya da kestirmeden kitapları değil ama yazarları hedef alan cinayete kadar uzanan öfke ve kinle sürüp gidiyor.

Aslında yazı da kitap da yalnızca iyiye, insanın kurtuluşuna hizmet etmiyor. Yazara, yazarın kalemine ve kendisine egemenlerce biçilen role, rahat, uyumlu konfor vadeden bir hayatın renklerine kapılan her türün ustalarının maharetini de unutmamalı. Kitaba karşı kitabın mücadelesinde bir taraf öteki tarafı yakarak yok etmeyi, yazarı katletmeyi, hapsetmeyi, sürmeyi, kaçıp gitmeye teşvik etmeyi yeğlerken öteki, yani kitabın özünü korumayı esas alan taraf kitabın özgürlüğüne sınır koymayarak savaşıyor kötülükle. Burada esas olan cinayeti yakıp yıkmayı teşhir etmek kötülüğü halkın gözünde mahkûm edebilmektir.

Siyasetin bencil ‘lebensraum’u

Kitabın en büyük düşmanı ve hasmı egemen siyasetin kendini meşru ve haklı gören tabiatıdır. Siyasetle siyasi bir mücadeleye girenlerin hiç unutmaması gereken gerçek budur. Bu gerçeği Cumhurbaşkanı, Danıştay’ın 154. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada gerçekçi bir anlatımla şöyle dile getirdi: “Dünyanın her yerinde siyaset, tabiatı icabı etki alanını genişletmek ister. Bunun için sürekli sınırlarını zorlar. Siyasetin etki alanına genişletme çabalarına yargı alanı da dahildir, hatta en başlarda gelir. Sanmayın ki bu sorun Türkiye’ye mahsustur. Amerika’sından Avrupa’sına her yerde aynı çekişme yaşanmıştır, halen de yaşanmaktadır.”

Cumhurbaşkanı’nın da belirttiği gibi bu bir sorundur; sorunun Türkiye’ye has olmadığı, ülkelere göre farklılıklar gösterse de bilinen bir gerçek. Ama Türkiye’de de siyasetin gittikçe artan ölçülerde hemen her alanda ve özellikle de yargıda etki alanını- lebensraum’unu- genişlettiği gözle görülebilen bir gerçektir. Bu gerçek kabul edilebilir mi? Tam tersine siyasetin alanının özgürlükler lehine genişletilmesi. Siyasetin ya da daha doğru bir anlatımla siyaseti belirleyen yürütmenin alanının daraltılması gerekmektedir. Günümüzdeki gelişmeler bu yönde değil tam tersi yönde, kendini tarikatlara göre ayarlayan bürokratların “Ali kıran baş kesen” yöntemlerine teslim olmuş görünüyor. Yaşam tarzına müdahale de bu yönde değişime uğruyor. Yakın zamana kadar “öyle giyinemezsiniz, böyle konuşamazsınız” diyen zorbalık şimdi “böyle giyineceksiniz, böyle konuşacaksınız” emrine dönüşmek üzere.

Siyaset, medya, hukuk kuşatıldı

Bu gelişmeden ciddi bir şekilde etkilenenler yani işlerini yapamaz duruma getirilmek istenenler arasında muhalif siyasetçiler, gazeteciler ve avukatlar ön sıralarda yer alıyorlar. Hukuk dışı uygulamalara karşı direnen avukatlar bir şekilde bu kez kendileri sanık yapılarak savundukları hak arama davalarında uzaklaştırılıyorlar. Örnek olsun, pek çok hak davasının savunusunu yapan Can Atalay yalnızca Gezi nedeniyle değil, o hak davalarındaki ödün vermez tutumu nedeniyle cezalandırılmış oldu. Can tek örnek değildir. Şu anda pek çok avukat tutuklu ve hükümlüdür.

Gazeteciler ise şimdi yeni bir uygulama ile karşı karşıyalar. Haberleri nedeniyle terör sanığı olarak yargılama uygulaması genişletiliyor. Eskiden suçlamayla karşılaşan gazetecinin gazeteci olmadığı, basın kartının bulunmadığı öne sürülür, “hayır, onlar gazeteci değil terörist” denilerek tutuklu gazeteci sayıları “el aleme” karşı küçültülmeye çalışılırdı. Şimdi ise haberiniz bir yolsuzluğu, bir hukuksuzluğu açığa çıkartıyorsa, tazminat davası açmakla yetinmiyorlar, doğrudan haber nedeniyle terör davası açılıyor. En son İsmail Saymaz bu türden bir iddia ile ifadeye çağrıldı. “Gazeteci değil terör sanığı” saçmalığının yerini “gazeteci ama haberiyle terör suçu işlemiş” garabeti aldı. Böylece haber terör suçunun kanıtı oldu. Artık açıkça bir sansür kurulu olarak çalışan RTÜK de yeni bir aşama kaydetti. TV kanalları -herhalde yakın bir gelecekte sosyal medya da bu kapsama girecek- “iktidarı küçük düşürme ve aşağılama suçu” (!) işlerlerse yandılar; uygulama da hemen başladı zaten, Flash TV, Halk TV, Tele 1 ve KRT para cezası ödeyecekler. Yeni bir aşamadır. Siyasetçiyi yıldırma girişimi de bu dönemin “yeniliklerinden”dir; son örneği de CHP’nin savaşçı üyelerinden İstanbul İl Başkanı Canan Kafancıoğlu’na mahkeme kararıyla siyaset yasağı konulmasıdır.

***

Öyle anlaşılıyor ki seçim yaklaştıkça sansür yoğunlaşacak, korkunun genişlettiği oto sansürle haber haberlikten çıkacak. Göbels kitap yakma eylemini örgütlediğinde Almanya’da kitap düşmanlığı çoktan başlamış, ırkçılık düşünmeyi ekarte etmeyi başarmış, öğrencileri Hitler’in provokatif heyecanı sarmış, Freiburg Üniversitesi Rektörü Heidegger’i bile gönüllü, gönülsüz etkisi altına almıştı.

Türkiye’de de son yıllarda kitap dünyasında “postçuların” etkisi hızla tırmanıyor. Bu hurafe ile bilimin kavgasında bilimin gerileyeceğinin işareti değil mi? Hızla tırmanan ırkçılık söylemi ve eyleminin arkasında hurafenin yıllara direnen gücü var. Pek çok ilde, en son Eskişehir’de tanık olduğumuz iki hafta boyunca her türlü toplantının yasaklanması başka neyin habercisi olabilir ki?

***

Nazım 835 Satır şiirinde “alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde /ihrak-ı binnar edilen Galile’nin /dönen küre gibi yuvarlak kafasını /ve ancak / bizim kartal burunlarımızda buluyor /layık olduğu yeri /materyalist camcı Spinoza’nın /gözlükleri” diye yazmıştı. Bir tarafta Marx’ın öğretisinin, yönteminin ışığı, öte tarafta yolu karartmakta ısrar edenlerin inadı var. Umutla umutsuzluk arasında gidip geliyoruz. Baskı yoğunlaşıyor; bilim, hurafe karşısında açılan “beton üniversite” sayısı kadar geriliyor.

Düşünmeden edemiyor insan, acaba kitap yakma törenlerine mi geliyor sıra?