Sosyolojinin “yığın” olarak tanımladığı taraftarın örgütlü yapıya dönüşmesi endişelendiriyor olabilir iktidarı. Seyircisiz maç çağrısı bu olasılığın önüne tez elden geçmekten başka bir şey değildir.

Stadlar, uyku tulumu mu?

KENAN BAŞARAN

Franco, Kraliyet yanlısı Real Madrid’in Bernabeu Stadı’nın inşaat emrini, “Bana bir uyku tulumu yapın” diyerek vermişti. Oysa Real yandaşları, zaten uykudaydı. Bu tulum, sportif ve de siyasi rakip Katalan Barcelona için de mi istiyordu? Ama Katalanlar, bayraklarını sallayıp dillerini de sadece stat içinde özgürce konuşabiliyordu. İki türlü okuma yapılabilir: Barcelona’nın stadı bir “kurtarılmış bölge”ydi veya burası da bir “uyku tulumu”ydu.
Franco için Barcelona’nın stadı, kuşkusuz, bir “uyku tulumu”ydu. O, Katalanların özgürlük talebini 90 dakikalığına bir stada hapsedip, amiyane tabirle, gazını aldığını düşünüyordu. Bir özgürlük yanılsaması yaşatıyordu kendince. Ancak yine de Barcelona, “futbol kulübünden daha fazlası” sıfatını alıp, “Futbol afyondur” karşıtlarının direnç kaynağı oldu. Bugün Barcelona, Katalanların ilan edilmemiş milli takımıdır.


Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın statlarından, iktidarın çöken deprem politikasına tepki olarak yükselen “Hükümet istifa” tezahüratları da “uyku tulumu”nun bir kez daha yırtılması olarak okunabilir. Devlet Bahçeli, stada siyaset sokulamayacağını salık verip, seyircisiz maç çağrısı yaptı. Bahçeli’nin çıkışı sonrası birçok kulüp, parti teşkilatı gibi ve tek kalemden çıkmışçasına açıklamaları paylaşıp, Fenerbahçe ve Beşiktaş’a cephe aldı. “Siyaset yapmayın” derken, kendileri siyasetin âlâsını yaptıklarını unutarak!

’90’larımız “ceberut devlet” tartışmasıyla geçti. Özellikle liberaller, bireyi kutsayıp, devleti kutsiyetten sıyırmak istedi. İkinci Cumhuriyet tartışmasıyla çıktıkları yolda hezimete uğradılar. Halihazırda onlar da kendi siyasal enkazlarının altında günah çıkarmakla meşgul. Güncelimiz şudur: Devletle özdeşleşmiş kutsal hükümet. Yürütmeye yapılan en ufak eleştiri doğrudan devlete yapılmış sayılıp, düşmanlaştırılıyor.
Ana muhalefetin bile iktidarı eleştirmesi abes karşılanırken, taraftarın “Hükümet istifa” diye bağırması ne haddine! Ama futbol işte! Albert Camus’nün dediği gibi, sokağı kısıtlayan iktidar için de top beklemediği taraftan geldi. Bahçeli’nin bu topu apar topar taca atma sebebi budur. Malum, futbolda “serseri toplar” tehlikelidir!

Şunu da düşünmeli: Bahçeli, neden Fenerbahçe maçından sonra değil de Beşiktaş maçından sonra bu yasakçı çıkışı yaptı? Neden taraftarın dünyada manşetlere çıkan pelüş oyuncak eylemini öne çıkartıp, istifa talebini gölgelemeyi seçmedi? Siyasal iletişim açısında bu tercihin bir açıklaması var mı?
Hükümet, tüm kusurlarını, kendini eşitlediği devletle örtmeye çalışıyor. “Hükümet istifa” da haliyle “Devlet istifa”ya dönüşmüş sayılıyor. Bu taraftarın boyuna aşar; onlar sadece yedikleri gole tepki gösterebilir çünkü(!)

Son 20 yılı bir kelimeyle ifade etmek lazımsa, bu kuşkusuz “dönüşüm” olur. Sağlıktan eğitime, köyden kente, spordan sanata büyük bir siyasal, ekonomik ve ahlaki “ülkesel dönüşüm” yaşandı. Nihai arzu tek renkti. Oysa bize “ileri demokrasi” ve “dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi” olacağımıza dair dönüşümler vaat edilmişti!

İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’in tek parti dönemine, Demokrat Parti iktidarından bugüne, bu topraklarda siyaset ile futbol hep iç içeydi. Karşılıklı bir kullanımdır. Bu ilişkinin en fazla ifşa olduğu dönemse bu dönemdir. Sembolü de Başakşehir’dir.

Bu kulüp de bir dönüşüm hikâyesidir. Kulüp, İBB’den iktidarla ilişkili kişilere devredilip dönüştürüldü. 6. şampiyon olarak kayıtlara geçmesi sürpriz sayılmadı. Adeta 1938’deki Güneşspor şampiyonluğuna nazireydi veya rövanş! Başakşehir’in şampiyonluk pozunda Cumhurbaşkanı’nın oğlu da vardı. Ama Fenerbahçeliler ve Beşiktaşlılar siyaset yapmasın!

Bu dönüşümün bir de yıkılan Osmanlıspor vakası vardır ki, bu başlı başına bir yazı konusudur. Başakşehir dışında Rize’den Konya’ya, Kayseri’den Alanya’ya kadar birçok kulüp de dolaylı şekilde siyasal iktidarın izlerini taşıyor. Dahası futbolun kâğıt üzerindeki tek amiri olan TFF’nin yönetiminin de iktidarın icazetiyle belirlendiği ayyuka çıkmış durumda. Yıllardır tek adaylı şekli seçimler yapılıyor. Taraftara siyaset yasak ama kulüplerin ve TFF’nin iktidar lehinde siyasi tutum alması normal! 2017’de Başkanlık Sistemi Referandumu’nda dönemin TFF Başkanı Yıldırım Demirören, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın huzurunda tüm kulüpler namına da “Sayın Cumhurbaşkanım, daha güçlü bir Türkiye için 17 Nisan sabahı ‘Evet’ diyen bir Türkiye ile uyanmak dileğiyle, saygılarımı sunuyorum” dedi.

Statta siyaset yapma karşıtlığı, bizzat iktidarca ofsayta düşürüldü. Elbet asıl söylenmek istenen şudur: “Siyaset yap, fakat bana karşı değil.” O yüzden, “Ama Başbakan Mesut Yılmaz’a karşı da pankart açılmıştı,” demek, kâr etmez.

Daha düne kadar, “Çarşı haksızlığa gelmez, yalana boyun eğmez. Çarşı siyasi faulleri kabul etmez,” diyen Bahçeli, bugün Çarşı’ya karşı! Hakeza FETÖ’ye karşı ilk ateşi yaktığı için övgülere boğulan Fenerbahçe taraftarına da aynı ikaz yapılıyor; büyük bir çelişki eşliğinde. Zira taraftara, “siyaset fırçası” atılan saatlerde, bizzat varlık nedeni siyaset yapmak olan Türkiye İşçi Partisi’nin eylemine müdahale ediliyordu. “Sen taraftarsın, siyaset yapma”... Tamam, bir an için bunu kabul edelim. İyi ama işi siyaset olan da siyaset yapamıyor! Nasıl olacak?

Peki, statlardaki protestoların anlamı nedir? İktidarın sevdiği dönüşüm, bazı noktalarda istemediği formlar da almış görünüyor. “Uyku tulumu” statlar, abartılı bir yorumla, “uyandırma servisi”ne dönüştü denebilir. Bazı “çıkıntılıklar” için statlar, eskiden daha anonim ve haliyle konforlu alanlardı. Tribünde siyasi bir slogan atmak veya küfretmek, sokağa göre daha az belalıydı. Tribün kalabalığında kaynayarak deşarj olmak daha kolaydı. Bugün tek tek koltuklar “Büyük Birader” e-bilet kameralarınca izleniyor. Yani tribündeki konforlu alan daraldı. Nitekim istifa çağrısı yapan taraftarlara maçlardan men tebligatları gecikmedi.

Taraftarın buna rağmen siyasi tepki göstermekten kaçınmaması çok daha anlamlıdır. Sosyolojinin “yığın” olarak tanımladığı taraftarın örgütlü yapıya dönüşmesi endişelendiriyor olabilir iktidarı. Seyircisiz maç çağrısı bu olasılığın önüne tez elden geçmekten başka bir şey değildir. Elbet “seyircisiz maç”ın ana hedefi de Fenerbahçe ve Beşiktaş tribünleridir. Gerek son 10 yıldaki, gerekse bugünkü tutumlarından dolayı.

Yapılan tezahürat, demokratik bir hakkın kullanımından fazlaca bir şey değildir. On binlerce insan, kış günü –bulabildiyse- çadırlarda yaşam savaşı verirken, bazı tribünler kendilerine sunulan konforlu uyku tulumlarını reddetmiştir; şampiyonluk pahasına. Bir insan, bir maç bileti alıp, bir turnikeden geçerken, hayata dair tüm tutumlarını dışarıda bırakmaz; 90 dakikalık da olsa. Öyle ya, “Hayat fena halde futbola benzer”…