“Kabul et, Joanna, hiç de hoş bir durumda değildim. Dave gün boyu çalıştıktan sonra, eve gelince neyle karşılaşıyordu? Tembelin tekiyle!”
Joanna adlı fotoğraf sanatçısı, daha birkaç gün önce özgürlüğünden kesinlikle taviz vermeyen arkadaşı Bobbie’nin aşırı hijyenik mutfağını görüp “Sen mutfağı hiç böyle temizlemezdin, bu kadar çok makyaj da yapmazdın. Ne oldu sana?” diye sorduğunda bu yanıtı alır.

1970’lerin en iyi gerilim yazarlarından Ira Levin’in romanı Stepford Wives’dan (Stepford Kadınları) 1975’te aynı adla uyarlanan filmin bilinçli ve özgürlüğüne düşkün iki kadın karakteri, Joanna ve Bobbie, kocalarının isteğiyle büyük şehirden taşınıp Stepford adlı zengin bir taşra kasabasına yerleşmişlerdir.

Stepford’da yaşayan kadınların neredeyse dinsel bir ritüel gibi ev işi yapmaktan ve kocalarına güzel görünmekten başka derdi olmadığını fark edince, ortada bir terslik olduğunu anlayıp araştırmaya başlarlar. Sonunda, Stepford erkeklerinin erkek-egemen zihniyetin ideal ütopyasını -evin erkeğine mutlak itaat, konu ne olursa olsun sıfır itiraz, sabah akşam ev temizliği ve mutfak işleri…- inşa etmek için kadınları onlara tıpatıp benzeyen robot versiyonlarıyla değiştirdiğini öğreniriz.


‘68’in özgürlükçü ruhunun etkisiyle yazılmış bu roman 2004’te tekrar filme alındı. Bu sefer kadının eril zihniyet tarafından eve hapsedilmesi ilk filmdeki gerilim öğelerinden epey arındırılmış, biraz kafası karışık bir mizahla yoğrulmuştu.

Anlatının genel olumsuzlukları bir yana, bu yeni filmin açılış jeneriği kadına biçilen toplumsal kimliğin iyi bir özetini sunar: 1950-’60lar ABD’sinin tüketim çılgınlığı ürünleriyle dolu bu jenerikte, süper cihazlarla donanmış mutfaklarda fırınla aşk yaşayıp buzdolabıyla dans eden, elektrik süpürgesiyle ‘evdeki iktidar’ını sağlamlaştıran, hayatının anlamını evlenip tüm bu cihazları kullanmakta bulan kadınlar görürüz. Böylece teknoloji, kadının ‘ev hanımı’ olarak varlığını şikâyet etmeden sürdürmesini sağlayan ideolojik bir aygıta dönüşür. Bu aygıtın temel işlevi, o evde yaşayan kadınlar-erkekler-çocuklar için ev işlerini kolaylaştırmak değil, kadınları mutfak ve temizlik alanında uzmanlaşmış androidlere dönüştürmektir.

“Aslan babaların bir Pazar’ı var. Onda da şöyle tabletten gazete okusunlar; akıllı telefondan okey, tavla oynasınlar; koltuğa yayılıp 4K ekrandan geniş geniş maç izlesinler!”

Bu sözler de, ünlü bir teknoloji mağazasının geçen hafta yayımlanmaya başlayan Babalar Günü’ne yönelik reklamında geçiyor. Geçen hafta epey ilginçti: Bir müşterinin “Adamlar yapmış!” sözüne gücenerek “Adamlar mı?!” diyen kadın işçilerin başrolde olduğu 8 Mart reklamıyla tanıdığımız ünlü konserve balık firması, Instagram’da yayılan yeni reklamında “Bu akşam makarnaya koyuyoruz!” diyerek İtalya-Türkiye maçını en ilkelinden bir eril cinsellik alanına çevirdi mesela -“Milletin *** koyacağız!” diyen harami müteahhitlerin ülkesinde sıradan bir hafta… Sonra, sırtında İtalyan bayrağı olan bir erkeğin sırtında Türk bayrağı olan bir kızla öpüşmesini gösteren bir fotoğraf, ‘makarnaya koymak’ gerektiğine inandırılmış erkekler tarafından tepkiyle karşılandı; yorumlarda “Aşkına *** admin, kızı İtalyan yap!” diyen mi istersiniz, “Biz niye kadınız? Vatan haini ***” diyen mi istersiniz, her gün yeni bir kadın cinayeti haberi gördüğümüz ülkede, son zamanların en feci eril rezaletlerinden biri yaşanmış oldu.

İşte böyle bir haftada yayına giren bu reklam filminde güzel, temiz, dayalı döşeli evlerde kanepede oturup dijital gazete okuyan, oyun oynayan, maç izleyen erkekler görüyoruz. Maç izleyen babanın yanında oğlu var ama bu evlerin hiçbirinde kadınlar yok.

Reklamın yananlamsal katmanlarında öyle acayip bir erkek-egemen zihniyet yatıyor ki, erkeklerin -babaların!- keyif yaptığı bu evlerin temiz ve düzenli olmasını o görünmeyen kadınların sağladığını, çok derinlerde bir yerde biliyoruz.

Böylece, 1972’de yazılmış, 1975 ve 2004’te sinemaya uyarlanmış distopik bir anlatının 2021 Türkiye’sinde nasıl normalleştiğini görüyoruz. Adamlar yapıyor yani...