Türkiye’de en başından beri sol düşünceye ve aydınlara, yazarlara, düşünürlere yönelik bir baskı söz konusu oldu ama özellikle iki tarihsel dönemde, iki büyük aydın kırımı, iki büyük “sol kırım” yaşandı. Bu tarihsel dönemlerden ilki 1970’ler, ikincisi ise 1990’lı yıllardı.

1970’lerdeki aydın kırımının, sol kırımın gerisinde, Gladio bağlantılı ülkücü hareket vardı. Ülkücü şiddet sadece silahlı ya da silahsız devrimcilere yönelmedi, özellikle 1978 yılından itibaren solcu üniversite hocaları, yazarlar, aydınlar, hukuk insanları, hatta emniyet müdürleri hedef alındı. Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Bedri Karafakioğlu, Necdet Bulut bu dönemde katledildi. Amaç bu cinayetler üzerinden Ecevit hükümetini devirmek ve bir sıkıyönetim ilan ettirmekti. Böylece devlet aygıtı içinde daha güçlü bir konuma gelebileceklerini ve devrimcilere karşı üstünlüğü ele geçireceklerini düşünüyorlardı.

Ülkücü şiddete kurban giden bu isimlerin hepsi sosyalisttiler, hepsi aydınlanmacıydılar, hepsi Mustafa Kemal’e saygı duyuyor ve Cumhuriyet’in kazanımlarının ileriye taşınması gerektiğini düşünüyor, bunun için de sosyalist bir düzen kurulması gerektiğini söylüyorlardı. Katledildiler ve katledilmeleri 12 Eylül’e giden yolu açtı. 12 Eylül Darbesi hem solun üzerinden bir silindir gibi geçti hem de “Atatürkçülük” adı altında Türk-İslam sentezini devletin esas ideolojisi haline getirdi.

İkinci aydın kırımı, ikinci sol kırım ise 1990’lar Türkiye’sinde gerçekleşti. Bu sefer fail, yabancı istihbarat servisleriyle bağlantılı İslamcı hareketlerdi. Cumhuriyet’in yıkımına giden yolda bu sefer hedef tahtasına konulanlar ise yüzü sola dönük Kemalist aydınlardı. 1970’lerde Cumhuriyet’i ileri taşımayı amaçlayan sosyalistler hedef alınmışken, şimdi esas olarak sosyalist fikirlerle dirsek teması içindeki Cumhuriyetçiler katlediliyordu. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı gibi isimler bu süreçte öldürüldü. Sosyalist, Cumhuriyetçi, yurtsever aydınlar Sivas’ta toplu bir katliama maruz kaldı.

Ülkücü hareketin İslamileşmesi 1970’lerde başladı. Sola karşı mücadelede bulunan formül “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” sloganıyla ifade edilen Türk-İslam senteziydi. Bu sentezi milliyetçi-muhafazakâr akademisyenlerin kurduğu Aydınlar Ocağı ortaya atmış, 1977’de İslami cenahın en önemli isimlerinden biri olan Necip Fazıl, “solla mücadele eden tek hareket” dediği MHP’ye desteğini açıklamıştı. Büyük şehirlere okumaya gelen muhafazakâr ailelerin çocuklarının eline seküler bir milliyetçilikle silah vermek ve sokağa sürmek imkânsızdı. Bu nedenle devreye şehitlik, din uğruna savaş, cihat sokuldu. “Bir komünist öldürmek, bin kere hacca gitmekten iyidir” denildi.

Türkiye İslamcılığının ana damarını oluşturan Erbakan’ın “Milli Görüş”ü ise, adı üstünde, en başından beri İslamcılığın “milli” bir yorumunu ortaya koymaya çalışıyor, sadece “ümmet”ten değil, “millet”ten de bahsediyordu. Cumhuriyet’in ulus anlayışından farklı olarak millet seküler bir kimliğe değil, Müslümanlığın baskın olduğu bir Türklük anlayışına işaret ediyordu. Erbakan, “milli bir sanayi” yaratmayı önemsiyor, sık sık milliyetçi vurguları olan konuşmalar yapıyordu; örneğin ölümüne kadar Kıbrıs Harekâtını Ecevit’e rağmen kendisinin yaptığını iddia etmişti.

1970’lerin sol kırımının ardından 12 Eylül geldi, 12 Eylül 90’lardaki sol kırımın önünü açtı ve tüm bu mıntıka temizliğinden sonra, sol düşmanlığıyla kendilerine devletin açtığı kapılardan giren İslamcılar devletin gerçek sahibi oldular. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ise Cemaat’ten boşalan yere MHP geçti ve 1970’lerden sonra yeniden bir “Milliyetçi Cephe koalisyonu” ortaya çıktı, bugünlerde koalisyon bir kriz yaşasa da, neticede Türk-İslam sentezi iktidar oldu.

1970’lerde ülkücü hareket, 90’larda İslamcılar, 2000’lerin ilk yarısında AKP-Cemaat koalisyonu ve bugün de AKP-MHP koalisyonu Cumhuriyet’in çökertilmesine ve rejim değişikliğine giden yolu adım adım döşediler. Gelinen noktada Türkiye’de kimse 1923’ün kurucu felsefesine dayanan bir Cumhuriyet rejimi olduğunu iddia edemez, burası bir cumhuriyet değildir.

Koalisyon ortakları arasındaki “andımız” tartışmasına da buradan bakmamız gerekir. MHP, “andımız”a Cumhuriyet ve Atatürk adına değil, şoven milliyetçilik anlayışı nedeniyle sahip çıkmaktadır. AKP ise milliyetçiliği reddettiği için değil, Cumhuriyet’in bir sembolü olarak gördüğü için “andımız”ı kaldırmıştır ve geri getirmeyi de düşünmemektedir.

Dolayısıyla durum açıktır. Türkiye’de rejim değişmiş, din dersleri anaokulu düzeyinde zorunlu hale gelmiş, küçücük kız çocukları türbana sokulmuş, tüm okullar imam-hatipleşmiş, tarikat ve cemaatler eğitimi ele geçirmiştir. Bu nedenle çözüm artık şekilsel olamaz, bu nedenle çözüm artık çocuklara anlamını bilmedikleri bir metni her sabah okutmak olamaz. Çözüm yeni bir Cumhuriyet’te, Cumhuriyet’in kazanımlarını daha ileriye taşımayı amaçlayan bir toplumsal düzenin kurulmasındadır. Bu hem çocuklarımıza hem de katledilen onlarca aydınımıza borcumuzdur.