Medya neoliberal politikaların, baskıcı iktidar ve bürokrasisinin kendileri de sanayici tüccar ya da üstenci olan medya patronlarının tam denetimindedir. Bağımsız, objektif gazetecilikten söz edilemez. Direnen bir iki küçük gazete, TV kanalı da ağır baskı altında yaşam savaşı veriyor.

Şu bizim kirli kutsal mesleğimiz

İtalyanlara, Yunanlılara benzediğimizi söylerler hep, ama biz galiba Fransızlara daha çok benziyoruz. En azından şu sıralarda TV kanallarında boy gösteren “görevi” sıraya bindirmiş münazara ustalarını gördükçe tamam diyorum, işte bunlar, Platon’un “doksozof” dediği kişilerdir. “Doksozof” nedir bilmiyordum, Pierre Bourdieu’nün Karşı Ateşler kitabında rastladım; Fransa’da çokmuş bu doksolardan. Onun tanımıyla, “kendini bilgili sanan genel geçer kanaat teknisyeni.” (s.18. Sel Yayınları) Bourdieu’nün sözünü ettiği kişiler entelektüel yeteneklerini kiraya vermiş kişilerdir, yani kiraya verilecek bir yetenek var ortada. Bizde kalite biraz daha düşük sanki, epeyce diyecektim aslında ama haksızlık etmeyelim, arada parlayan kıvılcımlara yazık olmasın. Peki, bu münazaracılar nasıl seçiliyor? Birinci kural, her an kafa ve zaman açısından “boş” olacak; her şeyden söz edebilecek kapasiteye sahip olmak da önemli, en saçma en tutarsız sorulara bile bir yanıtı hep olmalı; uzlaşmacı, ama gerektiğinde çığırtkan hatta küfürbaz -bu izlenme oranlarını acayip yükseltiyor-, sözcüğün bütün anlamlarında “basit”, edep sınırlarını zorlayan, el kol hareketlerine uygun yüz ifadelerine, mimiklere sahipse iyidir; derinlemesine bilgiden çok uzaklarda olmak da artı puan. Hepsi bu kadar. Seçildiniz. Şimdi sizden beklenen, iyi koku almak, zamanın ruhuna değil, günün, haftanın, en fazla ayın ruhuna uygun davranabilmektir.

HANGİ TARLADA YETİŞİR BUNLAR?

Televizyon kanallarındaki “doksozofları” bir tarafa bırakalım; daha tehlikeli olan entelektüel hayata büyük oranda çıkarcı siyaset mantığının egemen olmasına yanalım; Bourdieu’nün sözlerini bizim dünyamıza uyduralım; bir tarafın söylemediği, öteki tarafınsa her nasılsa “bildiği”şünceleri teşhir etme, “niyet okuma”, kara çalma, sloganlaştırma, çarpıtma mantığıdır bu. Çok işe yaradığından kuşku duymuyorum.

Fransa’dan yola çıktım ama sanırım öteki ülkelerde de böyle. Sanki bir kanser hücresi hızla metastaz yapmış tüm ülkeleri sarmış gibi. Peki, evvel eski böyle miydi? Kapitalizm, bu sömürü sistemi bunalımlarla krizlerle yaşıyor, var oluyor. Ama son yüzyılda hem büyüdükçe artan sömürü hırsıyla, hem de kendi kendini kemiren yapısıyla ciddi bir başkalaşım geçirdi. Neoliberalizmin, küreselleşme adı verilen metastaz süreciyle tüm ülkeleri kötürümleştirdiği bir dönem sürüp gidiyor. Bizim ülkemizde egemenliğini kurmaya, devleti yeniden biçimlendirmeye, küresel gereksinimlere daha fazla ayak uydurmaya başlaması, 24 Ocak Kararları diye tarihlenmiştir. Faşist askeri darbeyle pekiştirilmiş hızla gelişen bir süreçtir.

Önceki dönemlerin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söyleyecek değilim, yine de aradaki farkı yaşayanlar biliyor. Sömürü katlanarak devam etti, ülkeyi tümüyle kemirmeye başlaması, iyi olan ne varsa, ne kalmışsa yok etmeyi başarması, zincirlerini kırmış Frankenstein gibi talana girişmesi, çevreyi dursuz duraksız tahrip etmesi, pervasızlığın zirveye çıkması ile önceki dönemlerden farkını gösterir. Faşist darbe solu ezerek yolu temizlemiş, asker olsun sivil olsun yeni kuşak siyaset erbabı kendini yasa tanımazlıkla tarif eder olmuş, sistem kuralları çiğnedikçe daha fazla sömürü olanaklarına kavuştuğunu görmüş ve her türden direnişi kırmak, cumhuriyetin son kalıntılarını da temizlemek için harekete geçmişti. Bu dönemin ayırt edici çizgilerinden birisi laikliğe saldırı ise diğeri hızla tamamlanan özelleştirmelerdir. Eğitimde, sağlıkta, ulaştırmada, tarımda kamu damgalı ne varsa silindi. Bu arada gazetelere, yayınevlerine kâğıt üreten SEKA da... Kamuda kalsaydı ne olacaktı ki diyeceksiniz, haklısınız, en fazla işçileriyle direnme noktalarından birisi olacaktı o kadar. Şimdi kâğıt ithal ediliyor, döviz üzerinedir satışı, küçük gazetelerin en büyük gider kalemidir.

KİRLENDİK BİRİNCİLİĞİ MEDYAYA VERDİLER

Metastazın bizim mesleğe de uzanmasının hikayesi, hızlı bir dönüşümle Ankara’da Rüzgarlı’dan, İstanbul’da Babıali’den taşınması sonrası gazetecilerin önceki dönemlerin nostaljik anılarını anlattığı kitaplardadır. Kirlenme hızlı oldu. Babıali’den İkitelli’ye taşınan medya, yüksek maaşlarla çalışan, sığ, görgüsüz bir “medya aristokrasisi” yarattı. Özel TV kanallarının daha baştan neoliberalizmin sözcüsü olarak biçimlenmesi, yazılı basınla iç içe geçmesi bir yandan neoliberal entelektüellere kapı açar, siyasete ve “aristokrasiye” hizmete çağırırken, buna kültür dünyasına egemen olma çabası eşlik etti. Direnen gazeteciler topluca ya da süreç içinde tasfiye edildiler. Bu dönemin canlı tanıklıklarını önceki dönemle sonrasının farkını da gazetecilerin yazarların anılarında örneğin şimdi PEN Türkiye Başkanı sevgili Zeynep Oral’ın Meslek Yarası kitabında bulabilirsiniz. Yazar, çizer, muhabir toplu tasfiyedir. Atılan gazetecilerin büyük bir kısmı İlhan Selçuk Cumhuriyeti’nde yazdılar yazılarını. Daha sonra medya temizlik harekâtlarına hiç ara vermedi. Son tasfiyelerden birisi 45’likler diye bilinen değerli arkadaşlarımızın sendikaya üye oldukları için kovulmalarıdır... Tazminatsız...

Bu kirlenmenin üzerinde durmak, az da olsa kurtulma ihtimali var mı diye sormak boynumuzun borcudur. Peki, var mı? Şimdilik hayır. Yakın tarihte medyadaki neoliberal çukura hizmet etmiş olan, o tarafa sürüklenmiş olan arkadaşların çoğu o dönemi hayırla anmıyor şimdi. Artık büyük bir çoğunluk durumun farkındadır; neoliberalizmin dümen suyundaki öncü kolu, kamuoyu yaratma görevlisi medyada onlara ya da benzerlerine ihtiyaç kalmamıştır. Üstelik medya kaliteden değil tam tersinden kalitesizlikten besleniyor. Bourdieu, ABD ve Avrupa’da TV yöneticilerinin panelist seçerken, “The less you know, the better you are - ne kadar az bilsen o kadar iyi” kuralını uyguladıklarını yazıyor.(a.g.e, s.88) Bizde medya patronlarının işe alımlarda genel kuralı, genel eğilimidir.

★ ★ ★

Medya neoliberal politikaların, baskıcı iktidar ve bürokrasisinin kendileri de sanayici tüccar ya da üstenci olan medya patronlarının tam denetimindedir. Bağımsız, objektif gazetecilikten söz edilemez. Direnen bir iki küçük gazete, TV kanalı da ağır baskı altında yaşam savaşı veriyor. Sosyal medya alanı da mayın döşelidir, baskının kolları oralara da uzanıyor. Yine de orada direnenleri alkışlıyoruz. Uluslararası büyük şirketlerin iktidarlarla uzlaşarak, reklam - şirket döngüsü ile katlanan kârlı alanı halk için, gazetecilik için değil kendileri için korumaya çalıştıkları bilinen gerçeklerden.

Geriye ne kalıyor? Şimdilik inat kalıyor, şimdilik gazeteciler ölmeden bu iş bitmez direnişi kalıyor. Ya da belki bu devran böyle gitmez diyen, inadını baskıdan zorbalıktan sömürüden bıkmış usanmış emekçilerin, halkın isyanı ile birleştirmekte gören gazeteciler kalıyor. Halktan yana halkın haber alma hakkını öne alan objektif gazetecilik belki bu yolla yeniden canlanacaktır. Olmaz mı? Neden olmasın.

Bu yazıyı yazarken dostum arkadaşım Faruk Bildirici’nin Medya Ombudsmanı- Sarayın Medyası (Ayrıntı Yayınlar) adlı kitabını okudum. “Ana akım” adı takılmış medyanın halini pek güzel anlatıyor; bu yazıya ilham veren kitaptır. Sonra kitaplığımdan Bildirici’nin bir önceki Günahlarımızda Yıkandık (Ayrıntı Yayınları) Zeynep Oral’ın Meslek Yarası (Doğan) kitaplarını, Ümit Alan’ın Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı’nı (Can Yayınları) indirdim. Pierre Bourdieu’nün medyada neoliberalizme karşı yazdığı Karşı Ateşler’ini (Sel) de koydum masaya. Basın özgürlüğü raporlarını da dizdim. Doldu masanın üstü.

Demek ki dedim umut var. Umut olmasa niye yazsınlar ki bu kitapları...

Niye yazayım ki bu yazıyı ben...