Yaşam suda başladı. Bugün içinde yaşadığımız bu eşsiz doğa içinde gördüğümüz tüm canlılığı suyun varlığına borçluyuz. Varlığımızı suya borçlu olduğumuz gibi, canlılığın devamını da suya borçluyuz.

O nedenle su doğanın ve doğada yaşayan tüm canlıların ortak varlığıdır. Doğayı ve doğada yaşayanları herhangi bir gerekçeyle sudan mahrum etmek asla kabul edilemez. Suyun korunması ve adil paylaşımı evrensel bir yaşam ilkesidir.

TATLI SU KAYNAKLARIMIZ TEHLİKEDE

Bu hayati önemine rağmen giderek artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli su kaynağının bulunmaması, dünyayı bekleyen en önemli sorunlardan birisi.

Küresel ısınma ve buna bağlı olan iklim değişiklikleri ile giderek artan kuraklık, endüstriyel atıkların yarattığı kirlilik, gerekli çevresel önlemlerin alınmaması, bilinçsiz tüketim gibi nedenlerle yenilenebilir tatlı su kaynaklarımız yıldan yıla azalıyor.

Suyun ticari bir meta haline dönüştürülerek şirketlere tahsis edilmesi ile insanların ve diğer canlıların suya erişimi sınırlandırılıyor. Toplumsal ihtiyaçları gözetmeyen, bütüncül bir planlamaya dayanmayan, teknik ve çevresel gereklilikleri göz ardı eden irili ufaklı hidroelektrik santrallerle nehir yatakları değiştiriliyor.

Bu durum hem insanlık hem de doğa için yaşamsal tehditler ortaya çıkarıyor.

SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİ VE SONUÇLARI

Bu süreci ülkemizde de yoğun biçimde deneyimliyoruz. Bir yandan doğal kaynaklar ve hatta yer altı suları ticari işletmelere satılıp içme suyu tümüyle ticari bir meta haline getirilirken, diğer yandan da doğanın can damarları olan nehirler üzerine kurulan HES’ler ve Barajlarla doğal hayata telafisi imkânsız zararlar veriliyor.

Hemen her yıl Doğu Karadeniz Bölgemizin birçok ilinde yaşadığımız üzere HES yapım süreçlerinde akarsuların doğal akış düzeninin değiştirilmesi, inşaat aşamasında çıkan hafriyatla akarsu yataklarının daraltılması, özellikle dik eğimli yamaçlarda kesilen ağaçlarla erozyon riskinin artırılması periyodik olarak sel taşkın ve heyelanlara neden olmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Rize ve Artvin’in ilçelerinde yaşanan taşkınlar yine can ve mal kayıplarına neden oldu.

18 yıllık AKP iktidarı döneminde yapılan 262 baraj ve 428 HES, üzerinde kuruldukları nehirlerin zenginliklerinin doğa ve insanlarla paylaşılması yerine, elektrik şirketlerinin kasasına akmasına neden olmuştur. Yüzlerce dere kurutulurken, tarihi mekanlar ve tarım arazileri de sular altında bırakılmıştır. Tüm itirazlarımıza rağmen yapılan Ilısu Barajı nedeniyle sular altında kalan 12 bin yıllık Hasankeyf’in su ve beton altında kalan “yeni yüzü” hepimizin içini acıttı.

Suyun doğal akışına müdahale etmek, akarsuları bilinçsiz biçimde kullanmak sadece su yataklarını değil, bu suların biriktiği göllerimizi de kurutmaktadır. Eğirdir, Burdur, Salda gibi göller başta olmak üzere Göller Bölgesi tümüyle kuruma tehlikesiyle yüz yüzedir.

Çocukluğumuzda kitapların arkasında gördüğümüz Türkiye haritasında bulunan o güzelim göller birer birer yok olmaktadır. Kentlerde ve tarım alanlarındaki bilinçsiz su tüketimi Türkiye’nin coğrafyasını, haritasını değiştirmektedir.

Ülkemizdeki suları kullanılmaz hale getiren bir diğer önemli etken de kirliliktir. Özellikle sanayi tesislerinin bulunduğu kentlerimizdeki su kaynakları hızla kirlenmektedir. Kentsel ve sınai atıkların arıtılmadan nehirlere ve denizlere karıştırılması sadece su kaynaklarını ve doğayı değil, insan hayatını da olumsuz etkilemektedir.

TMMOB ve bağlı Odaları yıllardan beri ülkemizdeki su kaynaklarını korunması, bilinçsiz su tüketiminin önüne geçilmesi, atık suların arıtılarak yeniden kullanılabilir hale getirilmesi, doğal yaşamı tehdit eden HES’lerin durdurulması ve hepsinden önemlisi de suyun ticarileştirilerek bir rant aracı haline getirilmemesi için mücadele ediyor.

Yaşanabilir bir dünya ve ülke için, çocuklarımızın geleceği için su hakkı mücadelesini büyütmek hepimizin ortak

sorumluluğudur. Toprağımıza ve suyumuza sahip çıkalım.