Şu iki hafta... Önümüzdeki... Onu bir atlatırsak, düze çıkacağız!

Bunları ilk duyuşumuzun üzerinden 2 aya yakın bir zaman geçmişken hâlâ aynı cümleleri duyuyoruz. 3 iki hafta geçti ve daha da geçecek galiba, ama tablo gittikçe vahim bir hal alıyor.

Tam da ortak aklın, şeffaflığın, herkesi çözüm sürecine katmanın zorunlu olduğu bu günlerde; iktidar, izole olduğu yerden, skype üzerinden yaptığı toplantılarla, Bilim Kurulu önerilerini kah dinleyip kah erteleyerek ve son kararı tek adama bırakıp Türk Tabipler Birliği (TTB) gibi kriz yönetiminin merkezinde olması gereken kurumları da dışlayarak “yönetiyor” süreci!

Oysa başarı, karar alma sürecine en geniş kesimleri katmak ve alınan kararları tavizsiz uygulamakla mümkün.

Ülkenin sosyal bilimcileri; “Bu zor süreçte inisiyatif sadece siyasi iktidarda olmamalı, muhalefet partilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin (sendikalar, meslek örgütleri) toplumsal rol ve sorumluluğu artırılmalı, salgınla ilgili önlemlerin alındığı toplantılarda ve kurullarda temsili sağlanmalı, salgına karşı mücadele kapsamında benimsenen bilim kurulu yöntemi sürdürülmelidir” diyerek, yapılması gerekenleri madde made sıraladıkları bir çağrı metni yayınladılar. Bakalım duyan olacak mı?

Aklın yolu, halkın yararına çalışıyorsa eğer, bir aslında: Şimdi, para-pul, kâr-zarar değil toplumsal yarar düşünme zamanı ve devlet mutlaka “olağandışı bir harcama programı” ile “evde kalın” dediği tüm yurttaşların temel gereksinimlerini karşılamalı.

Madem “şu iki hafta” hâlâ çok kritik; “Acil ve zorunlu mal ve hizmet üretimi dışında bütün işler 15 gün süreyle” durdurulmalı, “İşten çıkarmalar koronovirüs salgını süresince yasaklanmalı”, “Salgın boyunca doğalgaz, elektrik, su ve internet ücretsiz sağlanmalı”, “Devlet hastaneleri ve özel hastaneler ücretsiz sağlık hizmeti vermeli” ve bunları yapabilmek için gerekebilecek kamulaştırmalardan geri durulmamalı.

Çağrı metninde, zaman zaman teknolojinin ulaştığı boyutla birer bilimkurgu filmi olarak karşımıza çıkan bir dehşet senaryosuna dönük de uyarı da: “Devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, daha otoriter ve baskıcı bir devlet aygıtının kalıcılaştırılması için fırsat kabul edilmemelidir.”

Artık uzaktan eğitim yaptığımız sosyoloji öğrencilerime yazdığım “mektup”larda; “sosyolojik düşünmek” diye derste konuştuklarımızı şimdi hayata geçirme zamanı diyorum.

Kendimiz için yaptığımız küçücük bir eylemin bizim dışımızdakileri nasıl etkileyeceğini düşünmenin zamanı! Bireysel edimlerimizle daha büyük toplum arasındaki ilişkiyi görebilme, etrafımızdakilere karşı daha duyarlı olma, daha insan olma zamanı diyorum.

Sosyolojik olarak tartıştığımız bir şeyi; “biz” olamadığımızda “ben” de olamayacağını hayatın verdiği dersten, bir görünmez virüsten öğreniriz belki!

Afrika kabileleri “ubuntu” demişler ona!

Kimi iktidarlar ve onların sembolü Trumpgiller için, kolumuza taktıkları bir bilezikle duygusal gelgitlerimizi bile yakından takip edebilen ileri teknolojili uluslararası şirketler için kavramak, kabul etmek zor tabii...

“Ubuntu bir felsefedir” demişti Desmond Tutu; “Hepimiz arasında bir bağ vardır ve biz, bizi diğer insanlara bağlayan o bağ sayesinde insan oluruz. Ubuntu kimsenin kendi başına insan olamayacağını ve ubuntu sahibinin paylaşıcı olduğunu söyler.”

“Şu iki hafta” var ya, şu iki hafta; ilkel denilen eski Afrika kabilelerinin, salgından sonra da çok lazım olacak erdemli pratiği “Ubuntu”yu hayata geçirme ve geleceğe taşıma zamanı.