Su kanunu taslağı ve gerçekler

Dr. Ali Uğurlu*

Son yıllarda ülkemizde ve Dünya’da biraz da iklim değişikliğinin etkileri sonucu su ile ilgili sorunlar daha sık yaşanmaktadır. Özellikle,ülkemizde gittikçe artan oranda ciddi su sorunlarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bugün itibari ile su azlığı yaşayan bir ülke konumundan su fakirliği yaşamaya aday bir ülkeyiz. Türkiye genelindeki toplam yağış miktarında, 2050’den itibaren Doğu Karadeniz hariç, belirgin olmak üzere özellikle Akdeniz, Ege ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yıllık yağış miktarlarında ciddi azalmalar beklenmektedir. Tahminler, 2030-2040’lı yıllardan itibaren bugün 1365 metreküp olan yıllık kişi başına düşen su potansiyelinin 700 metreküpe kadar gerileyebileceğine işaret etmektedir. Bilindiği üzere kişi başına su potansiyelinin iki bin metreküpün altındaki ülkeler "su azlığı", bin metreküpün altındaki ülkeler ise "su fakirliği" yaşayan ülkeler olarak tanımlanmaktadır. Türkiye bugün itibariyle su azlığı çeken ülkeler kategorisindedir. Bugün, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük kentlerimiz dönem dönemciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalmaktadır. Tüketilebilir yerüstü ve yeraltısuyu potansiyelinin yılık ortalama 112 milyar metreküp olduğu buna karşılık tüketilen su miktarının ise yaklaşık 75 milyar metreküp olduğu dikkate alınırsa ülkemizi ileride ciddi bir su kıtlığının beklediği tahmin edilebilir. Yıllık, binde 12 nüfus artışı göz önüne alındığında en iyimser tahminle mevcut kaynakların en fazla 2055 yılına kadar yeterli olacağı anlaşılır.

Son yıllarda yaşanan plansız ve çevresel etkileri dikkate almayan sanayileşme içme suyu kaynaklarımız olan, nehirlerimizi, göllerimizi ve yer altı sularını fütursuzca kirletmiş ve bu nedenle kentlere temiz su temini her geçen gün daha da zorlaşmıştır. Öyle ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ve Karadeniz’deki bazı havzalar dışında bütün su kaynakları bu plansız sanayileşme nedeniyle kirlenmiştir. Ergene, Sakarya, Kızılırmak ve Menderes nehirlerindeki kirlenme tarif edilemez bir duruma gelmiştir. Eskiden bu nehirlerin suyu ile içme suyu temin edilen birçok ilde artık musluklardan akan suyu içmenin imkânı kalmamıştır.

Suya erişim bir insanlık hakkıdır. Su olmadan hayatın devamlılığını sağlamak olanaksızdır. Tarım, endüstri ve kentleşme ile ilgili faaliyetleri su olmadan yürütmek mümkün değildir. Dolayısıyla su varlıklarını korumak, aşırı kullanılmasını ve kirlenmesini önlemek insan soyunun en önemli görevlerinden biridir. Yeraltı ve yerüstü sularının biyolojik ve kimyasal kalitesinin periyodik ve kapsamlı çalışmalarla kontrol edilmesi gereklidir. Kentsel, tarımsal ve endüstriyel faaliyetler sonucunda açığa çıkan ve gerekli önlemler alınmayınca sulara bulaşarak kirliliğe neden olan çok sayıda kimyasal vardır. Kurşun, arsenik, cıva gibi ağır metaller, sayısı epeyce kabarık olan pestisitler, sudaki klorla birleşen uçucu organik bileşikler, farmakolojik esaslı kimyasal maddeler, aromatik hidrokarbonlar ve organik klorlu kirleticiler gibi toksik etkili kimyasal maddeler en önemli kirleticiler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Su Şurası

Geçenlerde yapılan 1. Su Şurası’nın 28 maddelik sonuç bildirgesinde su yönetim planlarının havza ölçekli yapılacağından bahsedilerek 6. Maddede bir Su Kanunun çıkartılacağı bir kez daha müjdelendi. Müjdelendi diyorum çünkü su kanunu ile ilgili çalışmalar yaklaşık on yıldan bu yana sürdürülmekle birlikte bu zamana kadar neden bir Su Kanunu çıkarılmadığı konusunda kamuoyuna tatmin edici bir açıklama yapılmış değil.

Bu yazın ortalarında uzun zamandan beri ortalıkta dolaşan ve ilgili kurumların görüşüne açılan Su Kanunu Taslağı bir kez daha kamu kuruluşlarının görüşüne açıldı. Su yönetimi ile ilgili başta Su Yönetimi Genel Müdürlüğü, DSİ, Su Enstitüsü gibi kurumlar yineledikleri eleştiri ve görüşlerini bir kez daha Bakanlığa ilettiler. Cumhurbaşkanı da katıldığı Su Şurası’nda acilen bir Su Kanununa ihtiyaç duyulduğunu ve en yakın bir zamanda bu kanunun çıkarılacağını söyledi.İktidarın 2011 yılından bu yana beklettiği Su Kanunu Taslağı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarıyla bir kez daha gündeme geldi. Ülkemizdeki su kaynakları hali hazırda yaklaşık yüz yıl önce 1926 yılında çıkarılmış 9 maddelik 831 sayılı Sular Hakkında Kanun ile yönetilmekte.

Yazın, kurumların görüşüne açılan Su Kanunu Taslağı ilginç hükümler ve tanımlar içermekte. Genel Su ve Özel Su gibi tanımlar içeren yasa taslağı,havzalarda ve illerde Su Yönetimi Kurulları oluşturulmasını öngörürken, DSİ eliyle kişilere yönelik yapılan su tahsislerinden ücret alınıp alınmaması konusunu Cumhurbaşkanının takdirine bırakılmasını da içeriyor.

2009 yılında Avrupa Birliği müktesebatı çerçevesinde açılan Çevre Faslının alt başlıklarından biri de su kanunuydu. AB’nin öngördüğü su kanunu, suyu kullanandan yönetene, akademiden sivil toplum örgütlerine kadar uzanan geniş çaplı bir yasal düzenlemeyi içeriyordu. Ancak 2011 yılından itibaren mülga Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ve aradan geçen süre içinde epey tartışılan Su Kanunu Taslağı’nın içeriğine bakıldığında; su yönetimi şikâyet edilen çok başlılıktan kurtulmak bir yana daha çok bürokrasiye gömülmekte ve su ticari bir meta olarak değerlendirilmektedir. Çıkarılması yılan hikâyesine dönen Su Kanunu AKP bürokrasisinin üzerinde anlaşamadığı bir metin olarak o günden bu yana sürekli tartışma konusu olarak ortada duruyor. Türkiye’de özellikle iklim değişikliği bağlamında suların ve havzaların doğru bir su yönetimine ihtiyaç duyduğu bu günlerde Su Kanunun çıkarılmaması su yönetiminde ciddi zafiyetlere yol açıyor.

İdari yapı

Otuz dört maddeden oluşan Su Kanunu Taslağı suyun idaresi ile ilgili şikâyet edilen su yönetimindeki çok başlılıktaki bürokrasiyi azaltmakyerine daha da çoğaltıyor.Suyun yönetimi yaklaşık dokuz bakanlıktan oluşan bakanlardan yada bakan yardımcılarından meydana gelen Su Yönetimi Yüksek Kurulu’na bırakılıyor. Bu kurula Ulusal Su Planı ve Havza Yönetim Planı hazırlamak üzere yetki veriliyor.Bu kurulun altında ise havzadaki vali, belediye başkanları, illerin su kuruluşu genel müdürü, il özel idaresi genel sekreteri, Su Yönetimi Genel Müdürlüğü temsilcisi, OGM temsilcisi, DSİ bölge müdürü gibi on yedi kurumun havzadaki temsilcilerinden oluşan Havza Yönetim Kurulu oturtuluyor. Havza Yönetim Kurulu’nun altında ise İl Su Yönetimi Koordinasyon Kurulları teşkil ediliyor. Yönetim şemasından anlaşılacağı üzere mevcuttaki merkezi su ile ilgili kurumlar yerine bu kurumların temsilcilerinden oluşan yereldeki kurullar güçlendirilmiş gibi gözüküyor. Ama bu durum, su yönetiminde şikâyet edilen çok başlılığı azaltan bir idari tasarruf değildir. Aksine merkezdeki bürokrasiyi daha da çoğaltarak yerele taşıma arzusunun sonucudur. Suyu havza bazında yönetmek doğru bir karar olmakla birlikte havzanın yönetimini çoklu ve karmaşık bir bürokrasiye evriltmek de o derece sıkıntı yaratacak bir anlayıştır. Su Yönetimi Yüksek Kuruluna içme ve kullanma suyu hizmetlerinin fiyatlandırılmasını belirlemek üzere yetki veriliyor ama onaylanması konusundaki asıl yetki Cumhurbaşkanlığında.

Suda Özelleştirme mi?

Yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı üzere içme ve kullanma suyu hizmetleri faslı altında geniş bir çerçeve çizilmektedir. Burada şu sorulabilir; hangi hizmetler fiyatlandırılacak. Kanun taslağında çok açık olmamakla birlikte bu konuda da düzenlemeler var. Örneğin 2. Maddenin r) s) ve t) bentlerinde Su yönetim hizmetleri ücreti olarak Yönetim hizmetlerinin yerine getirilmesi için tam maliyet esasına göre belirlenen ve finansal, çevresel ve kaynak maliyetlerini de içeren ücreti, Çevresel maliyet olarak; Su kullanımının çevreye, ekosisteme ve çevreyi kullananlara verdiği zararın maliyeti olup Nehir Havza Yönetim Planlarında çevresel zararları maliyetleri en aza indirgeyecek tedbirlerin maliyetini ve Kaynak maliyeti olarak da Su kaynağının kendini doğal olarak yenileme hızından daha hızlı bir şekilde tüketilmesi sonucunda, potansiyel kullanıcıların vazgeçmek zorunda kaldıkları kullanımların fırsat maliyeti tanımlanmıştır. Keza, 4. Maddenin f) bendinde; Su temin maliyetinin kullanan tarafından ödenmesi ve söz konusu maliyetlerin yönetim hizmetleri bedeli de dikkate alınarak belirlenmesi gibi bir ifade yer almaktadır. Burada yatırım bedeli dahil midir değil midir belli değil. Aynı şekilde 16. Maddenin ğ) bendi, 26. Madde ve özellikle 27. Maddenin a) bendinde de kaynak maliyeti ve çevresel maliyetle ilgili kesin hükümler vardır. Yine 27. Maddenin b) bendi de tarımsal sulamada kaynak maliyeti bedelinin tamamının tahsil edilmesi gerektiği konusunda bağlayıcı ve tehlikeli hükümler içermektedir.

Kanunda dikkat çeken husus, temel bir insan hakkı ve kamusal bir değer olan su bir meta gibi görülmekte, insanlık için olmazsa olmaz olan su hakkından hiç bahsedilmemektedir.2006 yılından bu yana yapılan Su Kullanım Hakkı Anlaşmaları ve yıllık cirosu 9 milyara yaklaşan ambalajlı su sektörü dikkate alındığında suyun ticarileşmesi için çok önceden adımların atıldığı, Su Kanunu Taslağının da bunu pekiştirecek şekilde hazırlandığı gözden kaçmaz.Birçok gölün kuruduğu ve büyük akarsularımızın hızla kirlendiği bir coğrafyada temiz kalan nadir sular için düşünülen ticari yaklaşım suyun bir insan hakkı olduğu gerçeğini gizleyemez.

Su Kanunu Taslağı’nın önemli maddelerinden biri de suyun tahsisine ilişkin olanıdır. Taslağın 16. ve 17. Maddeleri, kullanım amaçlarına göre su tahsislerinin Su Yönetimi Yüksek Kurulu tarafından, münferit tahsislerin ise Havza Sektörel Tahsis Planlarını dikkate almak koşuluyla DSİ tarafından yapılmasını öngörüyor. Taslağa göre su tahsisleri en fazla 29 yıllığına yapılabilecek.Genel kullanıma açık olan yerlerdeki sular tahsis edilemeyecek. Tahsisle ilgili en önemli husus münferit tahsis sahiplerinden bedel alınıp alınmaması konusunun Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış olması gerçeğidir.

Görüleceği üzere kanun taslağı; suyun hukuki niteliği, su yönetimi ilkeleri, su kaynaklarının planlanması, geliştirilmesi, korunması, izlenmesi ve denetimi gibi başlıkların yanı sıra özellikle suyun fiyatlandırılması, tahsisi, irtifak hakkı, kamulaştırma, yasak ve fiiller ile cezai yaptırımlar hakkında önemli ve ilginç düzenlemeler içermektedir.

1926 yılında ülkenin nüfusu 13 milyonken suların yönetilmesi ile ilgili kanun çıkartılabiliyorsabugün ülke nüfusu 87 milyona dayanmışken sular hakkında bir kanun çıkartılamıyorsa durup düşünmek gerek. 2002 yılından beri ülkeyi yöneten AKP her fırsatta ülkeye bir su kanunu gerektiği konusunu ortaya atmasına rağmen yaklaşık 20 yıllık bir dönemde bir kanun çıkaramamanın ne anlama geldiğini topluma izah etmek zorundadır. Su kanunu çıkmamasına karşın suların tahsisi, kullanımı ve dağıtımı ile ilgili diğer kanunlarla ulusal su politikalarını yürütmek başka bir anlam taşımaktadır. Göllerin kuruduğu, akarsuların hızla kirlendiği, musluklardan akan suların içilemediği, HES’lerinekolojiyi tahrip ettiği, suların bir şekilde özelleştirildiği, ambalajlı su sektörü cirosunun milyarlara ulaştığı gerçeği nedense bir avuç aydının dışında kimseyi rahatsız etmemektedir. Ulusal su politikalarını hayata geçiren DSİ gibi önemli bir kurumun içinin boşaltıldığı, görev ve yetkilerinin bir kısmının ya özelleştirildiği ya da başka kurumlara devredildiği, kurumsal yapısının zafiyete uğratıldığı bir sürecin sonuna gelindiğinde elbette ki ortaya bir kaos, karmaşa çıkacağı aşikardır. Yoksa baraj, gölet ya da HES yapmak ve bununla övünmek marifet değildir.

Su temel bir insanlık hakkıdır

İnsanlık için vazgeçilmez bir hak ve fenomen olan su yaşamın vazgeçilmezidir. Hızlı nüfus artışı, iklim göçleri, bölgesel çatışmaların yanında küresel iklim krizinin etkilerinin yoğun şekilde hissedildiği dünyamızda suya erişmek daha stratejik bir hale gelmektedir. Bundan dolayı Birleşmiş Milletler örgütü 2010 yılında suyun temel insan hakkı olduğunu deklare etmiştir. Herkes için güvenli, temiz, erişilebilir su sağlamak devletlerin asli görevleri arasında sayılmıştır. Buna karşılık Bakanlığın hazırladığı Su Kanunu taslağında suyun bir insanlık hakkı olduğuna dair yani su hakkı ile ilgili bir ibare ne yazık ki yoktur. Bunun yerine tahsis vardır, fiyatlandırma vardır. Su,taslakta ekonomik bir kaynak olarak değerlendirilmektedir.

Su kanunu tüm havzaların bütüncül bir yaklaşımla değerlendirildiği ve su planlamasının sürdürülebilirlik temelinde yapıldığı Entegre Su Kaynakları Yönetimi şeklinde olmalıdır. Su kaynaklarından ekonomik ve sosyal getirinin elde edilebilmesi için havzadaki su, toprak ve bunlarla ilgili kaynakların korunması, yönetilmesi ve geliştirilmesi gereklidir. Entegre Su Kaynakları Yönetimi, Aralık 2000 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi’nin desteklediği bir yaklaşımdır. Entegre Su Kaynakları Yönetimi planlamasının esası su kaynakları kullanımının ve birbirleriyle etkileşiminin birlikte değerlendirilmesidir. Bu yolla su kaynakları kullanımının sosyal, ekonomik ve çevresel amaçlara uygun biçimde planlanmasının sağlanmasıdır.Sürdürülebilir bir su yönetimi ve kalkınma için bu bir zorunluluktur.

İnsan için hayati bir önem taşıyan, bir gereksinim ve hak olduğu kabul edilen suyun insanlara temiz, uygun ve bedelsiz olarak temin edilmesi ve onlara ulaştırılması sosyal bir sorumluluktan öte aynı zamanda bir insanlık görevidir. Bu görevin yerine getirilmesinde ortaya çıkan ve giderek bir meta ticaretine indirgenen bir anlayış asla kabul edilemez.

*TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Başkanı