Türkiye’de üniversiteler sorunu dallı budaklıdır; öyle bir tarafından ele almakla anlatmak mümkün değil.
Ayrıca eskiden de üniversitelerin sorunu az değildi ama bugünkü durum çok farklı.

Bugün akademik–bilimsel nitelikten eğitim-öğretim kalitesine, özerklikten akademisyen yetiştirmeye, piyasalaşmadan eşitsizliğe, derslerden sınavlara uzanan her alanda yetersizlik ve sorunlar büyümüş durumda. Daha kötüsü, bu yetersizliklerin sorun olmaktan çok iktidarın kullandığı araçlara dönüşmesi ki, kadrosuz açılan üniversitelerle yapılan atamalar bunun başta gelen örnekleri.

Üniversiteler konusunda, üniversitelerin özelleşip ticarethaneye dönüşmesi (BirGün, 8 Ağustos 2018) ile akademik nitelikleri açısından yüksekokul haline gelmelerini (BirGün, 26 Ekim 2018) ele alan iki yazı yazdım. Kuşkusuz ki, üniversitede gelen, üniversitelerin farklı dönemlerini yaşamış biri olarak konu beni çok ilgilendiriyor.

Geçmişten bugüne baktığımda ise, geçmişte zor dönemler yaşamış olsam bile, bugün üniversitelerin hem akademik hem eğitim hem yönetim anlamında daha geriye düştükleri görülüyor ki üzülmemek elde değil. Örneğin, yapılan tartışmalar bile nerede olduğumuz açısından birer gösterge. Bir zamanlar YÖK, özerkliğin önemi, akademik nitelik vb. gibi konuları tartışırdık. Üniversitelerde bunları tartışan, eleştirilerini açıkça ortaya koyan akademisyenler de vardı. Şimdi ise, hangi üniversiteye hangi partili ya da yandaşın rektör olarak atandığı ile üniversiteden atılan akademisyenleri konuşuyoruz. Bunlara itiraz edip ses çıkaracak akademisyen de kalmadı; bırakmadılar.

Orta eğitimde imam hatipleştirme gayretleri gibi, üniversitelerde de piyasaya “aygıt”, iktidara “kul” yetiştirme temelli bir anlayışın egemen kılınmaya çalışıldığını söylesem, abartı olmaz sanırım.

Atanan rektör ve dekanlardan beklenen de bu!... Tabii, bunu gerçekleştirmek için en başta kendilerinin “kulluk ve itaat” zihniyetini benimsemeleri gerekmekte ki, atamaların, hem bir “taltif” hem bir “ayar” niteliğini taşıması bu nedenle önemli!
Görevlerini hakkıyla yerine getirmekte olduklarını da görüyoruz.

Kimi, Harran Üniversitesi Rektörü gibi “Erdoğanı sevmek farz “diyerek, “kulluk” zihniyetini saçmalama düzeyine taşımakta; kimi Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı gibi, Şehir Plancıları Odası ile birlikte gerçekleştirecekleri toplantıda KHK ile işten atılan akademisyenlerin yer almasının rektörlükçe kabul edilemeyeceğini söyleyerek üniversitelerde kime itaat edilmek durumunda olunduğunu açıkça ortaya koymakta.

Gerçi, Şehir Plancıları Odası’nın kararlı tutumu nedeniyle toplantı başka bir mekanda gerçekleştirildi gerçekleşmesine de, üniversitelerin işinden olan onca değerli akademisyenin “sivil ölüme” mahkum edilmesine karşı çıkacaklarına bu mahkumiyetin bir parçası olmaktan bile kaçınamadıkları da görüldü!... Böyle davranarak akademiyi-bilimi öldürdüklerinin farkında olduklarını düşünüyorum ama devrana karşı koymak ne hadlerine!...

Oysa, üniversiteler ve bilimden beklenenler dikkate alınırsa, üniversitelerin “hadleri bildirilen” değil, “had bildiren” kurumlar olması gerekir. Yani, olan bitene eleştirel bakabilmek, kabullenmek değil daha iyiyi istemek, en başta özgürlüklerin ve hakların kaygısına düşmekse bilimden beklenen, bugünü ve devleti sorgulamak, yanlışlarını ortaya koymak görevleri... Özerklik denilen de, en başta bunun için önemli.

Sözün özü, üniversitelerden beklenen iktidarların rahatlığına değil, ülkenin-toplumun-insanın rahatlığına hizmet etmek!...
Türkiye’de üniversiteler ise, böyle bir işlev ve görevleri olduğunu bile unuttular!...