Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’nin nasıl oluyor da dünyanın en büyük 500 üniversite arasında esamesi okunmuyor?” diye sormuş.

Soru iyi de, ilk olarak bu soruyu bize değil kendilerine sormalılar; sonra da, soruyu şöyle düzeltmek gerekmekte.

“Nasıl oluyor da, 16 yıllık iktidarları döneminde Türkiye’deki üniversiteler yalnız seçkin üniversiteler arasından uzaklaşmakla kalmamakta, yüksekokul olmaktan bile uzaklaşmaktalar?”

Öyle ki, Türkiye’de “üniversite özerkliği ya da üniversitelerin akademik niteliği ne durumda” gibi soruların anlamı kalmadı; onun yerine “üniversite kaldı mı” diye soracak noktaya geldik!...

Kuruluşundan yönetimine, akademik yükseltmelerden ders materyallerine ve sınavlara kadar nereye baksanız, düşünmeyi sormayı, eleştirmeyi bir yana bırakmış kurumlar geliyor karşınıza...

Bunun için rektör, dekan diye atananlara bakmak bile yeter. Örneğin onları bu makamlara taşıyan akademik nitelikleri mi, yoksa “reise” itaatleri mi?

Örnek çok da birini hatırlatayım: Bakın, yüksek yargı organlarına atamayı istediği gibi düzenlediği halde Danıştay’ın hoşuna gitmeyen kararı karşısında hala “jüristokrasi” tehdidinden söz ediyor Cumhurbaşkanı... Hukuk fakültelerinden ise ses seda yok!... Hukuk devletini nasıl öğretiyorlarsa artık!....

Bir de, ilk 500 üniversite arasına girmekte söz ediliyor!...

Oysa biliniyor; üniversiteler meslek-beceri kazandırma yeri değildir; hatta, şu kadar araştırma yaptı, şu kadar uluslararası makale yayınladı diye puan almak da üniversiteyi üniversite yapmaz.

Bugünü analiz edemeyen, olan bitene eleştirel bakamayan, daha iyi yarınlar için tartışmaktan kaçınan, yalnızca olanı anlatmakla yetinen bir kurum yüksekokul olabilir ama üniversite olamaz... Kısacası üniversiteyi üniversite yapan bilime, fikir ve düşünce üretimine yaptığı katkı olabilir; bu da, ancak eleştirel düşüncenin desteklendiği ortamlarda olabilir.
Türkiye’de ve üniversiteler de ise, bundan korkulmakta!...

Türkiye’de hiç bir zaman bilimin, düşüncenin değeri fazla olmamıştır; toplumsal dinamikler buna yetmediği gibi, iktidarların da eleştirel düşüncelerden korkusu hiç bitmemiştir. Günümüzde ise bilimden, düşünceden korkunun cehaleti övecek, aydınlığı elitizmle suçlayacak dereceye çıktığı görülüyor.

Yansımalarını hep birlikte izliyoruz. Kimi, cehaleti övmekte, aydını küçümsemeyi marifet sanmaktadır. Kimi, dini, din öğrenimini bilim sanmakta, yaratılış gibi bilimsel gerçekleri Kuran’da aramaktadır.

Bu koşullarda üniversitelerin eleştirel düşünceye ilişkin korkusu, yabancılığının arttığını da görüyoruz. Düşünce üretimi konusunda gerileyen üniversitelerin özgürlüğü konusunda meslek okulları haline dönüşmesi de kaçınılmaz. gelmektedir. Pıtrak gibi çoğalan vakıf üniversitelerine de, yeterli kadrosu olmadan açılan kamu üniversitelerine da baksanız bunu görüyorsunuz; bir yanda piyasaya hizmet edecek eleman, öte yanda sürüye, katılacak, emre-yasağa uyacak evlatlar yetiştirilmeye çalışılmakta!...

Sonuç olarak, modern bir toplumda demokrasinin bekçisi, düşünce özgürlüğünün savunucusu olması beklenen üniversiteler Türkiye’de bu işlevlerini yerine getirmekten çok uzaktırlar. Günümüze bakıldığında ise, yaratılan egemenlik ve korku nedeniyle buralarda barınmanın da suya sabuna dokunmadan, iyi saatte olanları kışkırtmadan bir şeyler yapmaya/yazmayı gerektirir hale geldiği söylenebilir. Analizci, sorgulayıcı, eleştirel olmaktan kaçınan çalışmaların akademik olmaktan çıkıp “akademiksi” çalışmalara dönüşmesi de kaçınılmaz!

Türkiye’de uzun süredir akademik yükseltmelerde arananlar da bu yoldadır. Örneğin doçent, profesör olmak için yayınlarınızın niteliği dert olmaktan çıkmıştır; yeter ki, istenen sayıda yayın ortaya koyun. Hatta kendi alanınızın dışında ve birileriyle ortak yazdıklarınız bile puan almanıza yeter!... Tabii destekleyici guruplar ile hizmetlerden yararlanmayı bilmeniz de şart; bu aşamalardan su gibi geçersiniz!... Artık seçim size ve aklınızı başınıza toplamaya kalmış!...

Kuşkusuz üniversitelerin acıklı hali yeni değil... 1961 Anayasası’nın kabul ettiği üniversite özerkliği 1980 sonrası YÖK’ün gelmesiyle tırpanlanalı beri üniversitelerin hali tartışma konusu. Bu dönemde birçok yetkin akademisyenin işten atılırken, o zaman da birçoklarının seyirci kaldığı biliniyor.

Üniversitelerin üniversite olmaktan çıkmasını da, bu dönemle başlayan korku ve seyirciliğe bağlamak mümkün. Yönetime yaranma sevdası, bırakınız sol düşünceleri, üniversitelerde demokratik tavır ve düşüncelerden bile sakınılması da böyle başladı. O günden buyana artarak devam ettiğini de görüyoruz.

O dönemde haftalarca kimlerin atılacağına dair dedikodular dolaşıp cadı kazanları kaynatıldı benim fakültemde de!...

Kimseden aykırı bir ses de çıkmadı; üniversiteden atılmak ise yalnızca bana nasip oldu!...

Bugün de, barış istediği ve devletin şiddetini eleştirdiği için yüzlerce akademisyen işinden olmuş durumda; bu da yetmemiş gibi ağır ceza mahkemesinde yargılanmaktalar.

Üniversiteler yine sessiz!... Bildiri yayınlayan akademisyenleri Cumhurbaşkanı “aydın müsveddesi” diye nitelerken de, bu bildiriyi imzalayanları Sedat Peker “kanlarıyla duş alacağız” diye tehdit ederken de, şimdi “teröre destek” suçlamasıyla yargılanırlarken de sesini çıkarmıyor üniversiteler...

Sonra da, ilk 500 arasına girmekten söz ediliyor!...

Ne diyelim; önce bırakalım, üniversiteler üniversiteye benzesin, sonra seçkinler arasına girip girmediklerini tartışalım...