Bir dağın oluşumu için ne kadar süre gerekir? Milyon yıl? Milyar yıl? Peki ya insan? Ortalama dokuz ay, artı seksen yıl. Bu kısacık zamanda gezegene verdiğimiz zarar ömrümüzün belki de dört katı. Ne diyor Kazdağları’nın altının üstünden daha değerli olduğuna inanan madenci patron; “Su ve Vicdan Nöbeti falan filan… Dört yüz gün mü ne beklediler… İstedikleri kadar beklesinler. Biz sabırlı insanlarız. Bizim madenimiz otuz milyon yıl bekledi. Biz otuz yıldır bekliyoruz orayı açmak için. Üç-beş ay daha bekleriz.”

Ne için peki? Ömrü yedi sekiz yıldan fazla olmayan bir maden için. Hangi risklere karşı? Toprağa ve yeraltı sularına siyanür karışması, ekosistemin dönüşsüz şekilde tahrip edilmesi, halkın sağlıklı bir çevrede yaşam hakkının ihlal edilmesi… Peki ya, “Cevherin altmış yıllık hakkı bizde” derken yüzünden okunan pervasızlığın sebebi ne? Tıraşlanmış çıplak tepelere baktığında ona “Ben profesyonelim, normal bu” dedirten soğukkanlılık; insana “Hiç mi bir ağaç gölgesinde soluklanmadın arkadaş” diye isyan ettiren kibir nereden geliyor?

***

Devletlerin, iştahı kesilmek bilmeyen ekonomik büyüme hedeflerinden alıyor gücünü bu kibir. Ticaret yapma hakkını savunmanın, halkın sağlığını gözetmekten daha akçeli olduğunu düşünen idarecilerce şişiriliyor bu kibir. Otuz milyon yıllık madenden ‘bizim’ diye söz edebilme rahatlığının arkasında, memleket yönetmeyi zenginleşme aracı olarak gören siyasetçiler var. Çünkü çarklar durmadan dönmeli. Bunun için daha fazla tüketmeli, daha fazla üretmeli ve gezegenin hammadde kaynakları hoyratça sömürülmeli. Küresel iklim değişimi, ekolojik yıkım, hızla artan yoksullaşma, temiz su ve gıdaya erişimdeki eşitsizliklerin tam da büyümeyi amaç edinen ekonomik yaklaşımın bir sonucu olduğu, patronun yüzünde cisimleşen kibir kadar gerçek.

***

Gezegenimizi, evimizi yaşanılır kılan bütün kaynakları sorumsuzca tüketmenin elbette ciddi sonuçları var. Yakın gelecekte suyun savaş sebebi sayılacağı konuşulurken, biz burada milyarlarca yılda oluşmuş ekosistemleri bozmanın, şu kadar yılda bu kadar fidan dikilerek telafi edilebileceğini dinliyoruz hükümetten. Geldiğimiz noktada kayıp o kadar büyük ki, vatan sevgisini kimselerle paylaşmayanların S-400’lü, F-35’li politikaları, ayakkabıyla basılmaması gereken doğa harikası göllere millet bahçeleri inşa etmeleri, nükleer santrallara ev sahipliği yapma arzuları bu sevginin yüreklerden çok ceplerde karşılığı olduğunu dümdüz ortaya seriyor.

***

Bir yıldan fazla süredir dünyayı saran ölümcül bir virüsle yaşıyoruz. Hepimiz kendi sınırlarımıza çekildik. İki bluz, bir pantolonla hafta kapattık. Beş ayakkabı olmadan yaşanabildiğini, ama bağışıklık sistemimizi güçlü tutacak gıdalardan yoksun kalamayacağımızı idrak ettik. Bir bakıma dünyayı hırpaladığımız ‘büyüme’ hırsımız, virüslü hayatın ‘küçülme’ zorunluluğuyla törpülendi. Sağlığımız için sağlıklı bir çevreye duyduğumuz ihtiyacın tartışılacak bir yanı yok. Buna karşın ranta kurban edilmiş şehirlerimizin havası beton bloklarla kesilmiş halde. Kalan bir avuç yeşil alana dikilmiş gözlerle sürekli tetikte bir hayat sürüyoruz. Üstelik, az da olsa nefes alma ayrıcalığı, kentin yoksul bölgeleri için geçerli değil. Onlar, şehrin çeri çöpü içinde haklarından daha da yoksun halde yaşamaya çalışıyor. Kazdağları’ndaki altına dikilen göz; suya, toprağa, doğaya olduğu kadar, oradaki yaşama, kültüre karşı da savunulması zorunlu bir tehdit. Kimsenin, bir başkasının yaşadığı yeri tahrip etme, zehirleme, kaynaklarını ‘benim’ diyerek tüketip gitme hakkı yok. İnsan için doğanın adaletini bekleyip yok olup gitmek de bir tercihtir ama; biz en iyisi kadim bir dağla kavga edecek kadar aklımızı yitirmeyip, edebimizle yaşamasını bilelim. Bilmeyenlere bildirelim.