6 Şubat tarihinde meydana gelen depremde on binlerce vatandaşımız hayatını kaybetti, çok sayıda insanımızın akıbeti belli değil, yüzbinlerce insan bölgeden göç ederken, geride kalanlar tüm olumsuzluklara rağmen hayata tutunmaya çalışıyorlar. Deprem öncesi süreçte hazırlık yapılmadığı gerçeği tüm çıplaklığı ile karşımıza çıkarken, deprem sonrası yaşanan sorunlar iktidar sahiplerinin afet yönetimi konusundaki yetersizliğini de bir kez daha gözler önüne serdi.


***

Enkazlara müdahalede geç kalınması, çadır temininde yaşanan sorunlar, plansızlık, programsızlık… Nereden baksan, nasıl tanımlarsan tanımla tam bir sistem çöküşüne işaret ediyor. Son cümledeki “sistem” sözcüğünü yanlış seçtim galiba. O sözcüğü kullanırken zımni olarak hâlâ ülkede bir sistem olduğunu varsaymış olmalıyım. Oysa yok. Sistem denildiği zaman kuralların ve kurumların varlığını, bunların düzenli olarak çalıştığını düşünüyoruz.Oysa mevcut durumda tüm yetkiler bir kişide toplandığı için bir sistemin varlığından söz etmek pek mümkün değildir. Çünkü mevcut durumda önemli olan “sistem” değil “takdirleriyle,” tensipleriyle,” ya da “talimatlarıyla.” Bunlar olmadan harekete geçmek, yetki kullanmak, inisiyatif almak, karar vermek mümkün değil. Evet depremin olmasını engelleyemeyiz, ama depremin olması durumunda yapılması gerekenlere hazırlıklı olabiliriz. Dünyanın medeni ülkeleri böyle yapıyor: Depremin hem öncesinde hem de sonrasında ne yapacaklarını planlıyorlar. Peki ya biz?

Aklı, bilimi bir kenara bırakıp iş yapmaya kalkınca neler olduğunu gördük. Üstelik çok ağır bir bedel ödeyerek.

Adına Dünya denen gezegen 4,5 milyar yıldan uzun süredir kendi dinamikleri ile varlığını sürdürüyor. Bu zaman boyunca, depremler, yangınlar, seller… Ne olacaksa hep oldu ve olmaya da devam ediyor. Peki, insanoğlu ne yapıyor? Aklı ve bilimi kullanarak, dünya dünyalığını yaptığında karşılaşılacak durumlara hazırlanıyor.

Önce konutları depreme nasıl dayanıklı hale getirebilir onu öğreniyor, sonra da konutları ona göre inşa ediyor. Deprem olunca yapılması gerekenleri de doğru olarak planlıyor.

Yıllar önce Japonya’da katıldığım, kırkın üzerinde farklı ülkeden katılımcıların olduğu toplantı bir Japon görevlinin şu açıklaması ile başlamıştı, “Biliyorsunuz Japonya bir deprem ülkesi, yapacağımız bu toplantı sırasında da bir deprem yaşanabilir. Lütfen paniklemeyin. Binamız depreme dayanaklı olacak şekilde yapılmıştır. Deprem olması durumunda görevlilerin yönlendirmelerine uyarak binayı sakin bir biçimde terk ediniz.“ Evet, toplantı bu bilgilendirme ile başladı ve üç gün bir sorun yaşanmadan toplantılar tamamlandı.

Peki, biz ne yapıyoruz? Henüz çadır sorunu bile çözülmemişken yeni konutların temellerini atıyoruz. Malum, 14 Mayıs’ta seçimler yapılacak. O tarihe kadar temeli atılan konutların subasmanlarının görünür olması lazım. İktidarın bütün kurgusunu subasmanı üzerine yaparken, yağan yağmur sularının bastığı çadırları koruyacak tedbirleri almayı düşünemediği görüldü. İhalelerin, milyarlarca liralık sözleşmelerin havada uçuştuğu zamanda doğa bir kez daha “Ben buradayım” dedi. Günler öncesinden tüm hava raporlarında, yağacak yağmurun şiddeti hakkında tahminler ortalıkta dolaşırken, günü saati ve yeri belli olmasına rağmen hiçbir önlem alınmadığı görüldü. Zaten deprem ile perişan olmuş insanlar bir de yaşadıkları çadırların sular altında kalmasının yol açtığı sorunlarla uğraşmak zorunda kaldılar. Sahip oldukları her şeylerini kaybetmiş olan insanlar, destekler sayesinde elde ettiklerini de yağmur sularına teslim ettiler.

Şimdi hayat depremzedeler için çok daha zor.