28 Şubat, siyasal İslamcılığın emperyalizmin yeni hedefleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden programlanmasına zemin hazırladı. Eğer 28 Şubat olmasaydı, Milli Görüş tipi İslamcılık bu denli dramatik bir şekilde güç kaybetmeyecek ve AKP’nin temsil ettiği “seyreltilmiş İslamcılığın” önü açılmayacaktı.

Şubatın en uzun günü

Berkant Gültekin

Şubat, Miladi/Gregoryen takvime göre yılın 2’nci ayı. Malum, artık yıllarda 29, diğer yıllarda ise 28 gün sürer. Akla hemen “Artık gün neden şubata ekleniyor?” diye bir soru gelebilir. Bu, Yunan astronom Sosigenes tarafından üretilen ve bugün kullandığımız takvimin de kökeni olan Julyen takviminin son ayının şubat olmasıyla ilgilidir. Sosigenes, dünyanın güneş etrafındaki 365 gün 6 saatlik turunun son 6 saatini her 4 sene sonunda 1 gün olarak takvimin sonuna, yani şubat ayına ilave etmeyi uygun görmüştür. Aslında şubat, daha önceleri 29/30 çekiyordu. Ancak Julius Caesar’dan sonra imparator Augustus da kendi adına bir ay isteyip (ağustos) bu ayın Ceasar’ın ‘July’sinden (temmuz) geri kalmaması için 31 gün sürmesini emredince, o ihtiyaç olan ekstra 1 gün şubattan alındı. Böylece şubat, 28/29 gün sürmeye başladı. Görüldüğü gibi, bazen bir diktatörün verdiği karar, beklenenden çok daha uzun süre insanlığı etkilemeye devam edebiliyor.

Türkiye için şubat ayının çok farklı bir anlamı daha var elbette. 28 Şubat 1997’de 9 saat süren MGK toplantısında alınan kararlar, ülkenin siyasi tarihinde önemli bir kırılma yarattı. Aradan neredeyse çeyrek asırlık bir süre geçmesine rağmen 28 Şubat muhtırası üzerine yapılan tartışmalar hâlâ sona ermiş değil.

28 Şubat, siyasal İslam’ın mağduriyet anlatısının en önemli enstrümanlardan biri. Kuşkusuz en büyük etkiyi de bu ideoloji üzerinde yaptı. Ne var ki bu müdahalenin İslamcılık açısından tek bir anlamı yok; çünkü tek bir İslamcılık yok. Evet, 28 Şubat İslamcılığın bir kanadı için hayli olumsuz sonuçlar doğurdu. Askerin “laiklik” konusunda baskı yaptığı Refahyol hükümeti dağıldı ve Refah’ın lideri Necmettin Erbakan, başbakanlıktan istifa etti. Partisi de “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri” gerekçe gösterilerek 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Milli Görüş, daha sonra Fazilet Partisi’yle siyaset arenasında boy gösterdi. Fazilet Partisi de 3,5 yıl faaliyet gösterdikten sonra Refah Partisi’yle aynı kaderi paylaştı. Milli Görüş hareketi bu dönemden sonra tabiri caizse bir daha belini doğrultamadı. İşte bu, İslamcılığın bir döneminin sonu demekti.

Ancak Milenyum, İslamcı harekette de önemli değişimleri zorlayacaktı. Kıpırdanma ilk olarak Fazilet’in içinde başlamıştı. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimlerin öncülüğündeki “yenilikçi kanat”, ilk hamlesini partinin yönetimini alarak yapmak istedi. Mayıs 2000’deki kongre hedefledikleri gibi sonuçlanmadı. Abdullah Gül, Recai Kutan ile girdiği başkanlık yarışından boynu bükük ayrılınca, yenilikçi kanatta farklı bir parti kurma fikri güçlendi. Fazilet’in kongresinden 14, kapatılmasından ise sadece 2 ay sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruldu.

AKP’nin tarih sahnesine çıkışı, 28 Şubat’la başlayan sürecin uzantısıydı. Düzen 28 Şubat’ta askerler aracılığıyla İslamcı harekete bir ‘sınır hatırlatması’ yapmıştı. 12 Eylül Darbesi sol fikirlerin yeniden filizlenmemesi için sağ yapıları güçlendirmiş, İslamcılara da geniş alanlar açmıştı ancak “meşru ve kabul edilebilir” iktidar çizgisi aşılmamalıydı. Egemen sınıflara ve devlet aklına göre, Türkiye Batı’yla ters düşmemeli, ülke, NATO’yu ve diğer küresel partnerleri tedirgin edici bir istikamete girmemeliydi. 28 Şubat da temelde bu karakteri korumak üzerine geliştirilmiş bir müdahaleydi.

Refah Partisi, “düzen karşıtı” bir imaja sahipti. 12 Eylül’ün solu ezdiği Türkiye gerçekliğinde, merkezdeki yapılar irtifa kaybederken Milli Görüş bu imajı sayesinde hayli popülarite kazandı. Refah’ın “adil düzen” söylemi yoksullaşan ve yoksullaşmakta olan kesimler gözünde partiyi gittikçe büyüttü. Bununla birlikte kentli burjuvazinin karşısındaki Anadolu sermayesini de cezbetti. Düzenin aktörlerine ve muhalif kesimlere ise laiklik gibi belli başlı hassasiyetlere dokunulmayacağına yönelik bir güven hissi verilmeye çalışılıyordu. Ancak hiçbir şey, iktidarda İslamcıların olduğu realitesini örtemiyordu. Erbakan’ın Taksim Meydanı’na cami ısrarı, Washington tarafından “terörist” olarak tanımlanan İran’a ve Libya’ya olan ziyaretleri ve Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderleri ile şeyhlere verdiği iftar yemeği tansiyonu iyice yükseltti. 30 Ocak 1997’de Refah yönetimindeki Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen ve İran Büyükelçisi Ali Bugheri’nin de katıldığı Kudüs gecesi ise bardağı tümüyle taşırdı. “Cihat” oyununun sahnelendiği bu etkinlik, medyanın da gayretiyle toplumdaki irtica karşıtı duygu ve düşünceleri yaygınlaştırdı. Ardından devreye asker girdi; önce 4 Şubat’ta tanklar yürütülerek demokrasiye “balans ayarı” yapıldı, sonra da 28 Şubat…

Refah’ın iktidar deneyimi AKP’nin lider kadroları açısından oldukça öğretici bir süreçti. Partilerinin ana hareket planını da kendi geleneklerine dönük bu eleştirel hat üzerinden kurdular. Yani MGK kararları, siyasal İslam’ın bir dönemini bitirdiği kadar, 2000’lerdeki karakterini belirlemede de önemli bir role sahiptir. Refah, AKP’ye düzenin sınırlarını ve gücü tamamen ele geçirmeden önce nasıl hareket edilmesi, daha da doğrusu nasıl hareket edilmemesi gerektiğini göstermişti. Bu nedenle AKP kendini “İslamcı” değil, “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamayı tercih etti. Bu yalnızca Türkiye’de yaşanan gelişmelerle ilgili değildi. Dünyada da farklı rüzgârlar esmeye başlamıştı. Sovyetler Birliği dağılmış, Berlin Duvarı yıkılmıştı. ABD’nin sosyalistlere karşı desteklediği cihatçı akımlar artık yeni dönemin ihtiyacına cevap veremiyordu. El Kaide’nin New York’taki İkiz Kulelere yaptığı saldırı, eski tip İslamcılığın kredisini tamamen bitirdi. Artık yıkma değil “kurma” zamanıydı. İslamcılık, çağın gerekliklerine uygun şekilde revize edilmeli, ehlileştirilmeliydi. İşte “muhafazakâr demokrasi” de bu “Ilımlı İslam” projesinin bir izdüşümüydü. Yalçın Akdoğan’ın 2004’te AKP Genel Merkezi tarafından basılan ‘Muhafazakâr Demokrasi’ adlı kitabında yer alan “Laiklik inanç ve din özgürlüğünün garantisidir. Din ile laiklik ilişkisini bir ‘karşıtlık ilişkisi’ biçiminde sunmak, Türkiye’de zararlı bir gerilime yol açar” sözleri, verilmek istenen “Bizden zarar gelmez” mesajının bir yansımasıydı.

Yani 28 Şubat, İslamcılığın emperyalizmin yeni hedefleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden programlanmasına zemin hazırladı. Eğer 28 Şubat olmasaydı, Milli Görüş tipi İslamcılık bu denli dramatik bir şekilde güç kaybetmeyecek ve AKP’nin temsil ettiği “seyreltilmiş İslamcılığın” önü açılmayacaktı. Yeni İslamcılık, düzenin sinir uçlarına dokunmadan ve kentlisinden taşralısına tüm sermayeyi ekonomik programına inandırarak iktidara oturdu. Bir bakıma 12 Eylül’ün beslediği İslamcı hareket, 28 Şubat’ın ardından piyasacılığı da kuşanarak AKP’ye dönüştü.

Siyasal İslamcılar 28 Şubat’ı bugün de salt bir mağduriyet anlatısının içinde konumlandırıyor ve ordunun sivil siyasete müdahalesine lanetler yağdırıyor. Oysa içinde bulunduğumuz durum, “sivillerin iktidarının” Türkiye’yi tek başına gelişkin bir demokrasi ve özgürlükler ülkesi yapmaya yetmediğini net şekilde gösteriyor. Günümüzün muktedirlerinin iktidarda kalmak için başvurduğu militarist söylemler ve politikalar da askeri dönemleri aratmıyor. 28 Şubat 1997’deki MGK, 9 saatlik süresiyle o güne kadar yapılanların en uzunuydu. Şimdiki rekor ise 2014’teki performansıyla Erdoğan’a ait. Bu, siyasal İslamcıların “vesayetle hesaplaşacağını” sanan kesimler için büyük bir hayal kırıklığı olsa gerek.

AKP, 18 yılı aşkın süredir iktidarda ve son zamanlarda aslına iyice rücu etmiş durumda. İlk döneminde laikliği bir “sigorta” olarak gören parti, zamanla “Laiklik yeni anayasada olmamalı” diyen gericileri bile Meclis Başkanlığı koltuğuna oturttu. Yaşananlar, yıllar önce siyasal İslamcılığın demokratlık makyajına inanmayıp gizli ajandası olduğunu söyleyenleri haklı çıkardı. Laiklik bugün de büyük tehdit altında ve şimdilerde onu halktan başka savunacak hiçbir güç yok.