Highsmith’in kitaplarındaki gerilim, asla aksiyonun arsızca tırmanıp sömürüldüğü ucuz bir hatta büyümez. Bir gece yarısı, ev sessizken ve kimse yokken, eşyanın sesinden gerilir gibi gerildiğiniz bir dünyadır onun dünyası

Suç ayrıntıların ta kendisidir

ŞÂMİL YILMAZ

Patricia Highsmith, Amerikan edebiyatının en Avrupalı seslerinden biri. “Küçük G”, “Carol” gibi romanlarını ve bazı -gerçekten iyi- kısa öykülerini dışarıda bırakırsak, kariyeri boyunca psikolojik gerilim ve suç hikâyeleri anlatmış. Çok erken yaşta okuduğu Karl Menningen’in “The Human Mind” (İnsan Zihni) adlı çalışmasından çok etkilendiği söylenir. Zihinsel olarak hasta kabul edilen kişilerle “sağlıklı” kişiler arasındaki farkın çok küçük olduğunu söyleyen Meinengen, Highsmith için ömrü boyunca takip edeceği suç ve sıradanlık gibi temaların da başlangıcında durur. Suç, Highsmith evreninde gündelik ve nerdeyse sıradan bir olgudur. Bu yüzden de gündeliğe ait bir dolu rutin ve evcil ayrıntının arasında ortaya çıkar. Ayrıntılar söz konusu olduğunda netameli bir titizlik ve paranoyakça bir şüpheyle çalışan Highsmith, okurunu bir bardak süt ve peynirli sandviçin suçla ilişkisini düşünürken orta yerde öylece bırakabilir.

Fakat bu çeşit detaylar hiçbir zaman sadece gerçeklik efekti üretmek; kurmaca dünyayla yaşadığımız gerçeklik arasındaki mesafeyi nesnelerle kapatmak için kullanılmaz. Aksine, asıl hikâye her zaman gündeliğin basit ayrıntılarında; alışkanlıkla yapılan şeylerin uysal yüreğindedir.

Suç, Highsmith için, sıradan ayrıntılarla birlikte var olan bir şey değildir; suç, o ayrıntıların tam da kendisidir.

Highsmith, hem insan psikolojisinin karanlık taraflarına gösterdiği marazi ve derin ilgi, hem üslubundaki nesnel ve mesafeli ton, hem de erkekler arası erotizmle suç arasında kurduğu karmaşık bağlantılar ve daha fazlası yüzünden, bence de fazlasıyla Avrupalı bir yazardır. Fakat Highsmith dendiğinde aklına ilk gelen ne diye sorsanız, hiç düşünmeden suç ve gerilim janrında yazan hiç kimsenin sahip olmadığı o aksiyon tenezzülüne işaret ederdim. Kitaplarındaki gerilim, hiçbir zaman aksiyonun arsızca tırmanıp sömürüldüğü ucuz bir hatta büyümez. Bir gece yarısı, ev sessizken ve kimse yokken, eşyanın sesinden gerilir gibi gerildiğiniz bir dünyadır onun dünyası.

İşte geçen aylarda bu özel dünyanın kuşkusuz en özel yaratığı olan Tom Ripley’in kahraman olduğu beş kitaplık seri, Can Yayınları tarafından toplu olarak basıldı. Sıralama şöyle: Yetenekli Bay Ripley (1955), Ripley Yeraltında (1970), Ripley’in Oyunu (1974), Ripley ve Peşindeki Oğlan (1980), Ripley Su Altında (1991).

Henüz bu özel şahsiyetle tanışmamış olanlar için kısa bir özet geçelim; Ripley, iflah olmaz bir yalancıdır. Korkutucu bir kimlik hırsızı, bir dolandırıcı, soğukkanlı bir katildir. Kısacası, nereden bakarsanız bakın, su katılmamış bir sosyapattır. Eğer bir anti-kahraman arıyorsanız, hiç değilse edebiyatta, Humbert Humbert ve -neden olmasın?- Scarlett O’Hara gibi sofistike akrabalarıyla birlikte benim ilk üçümdedir kendileri.

Bence Highsmith’in Ripley serisiyle başardığı en zor şey, okurlarına bu kadar özel bir vakayı sevdirebilmiş olmasıdır. Ve bunu, kesinlikle Ripley’i psikolojik bir kurgu yaratığına dönüştürmeden yapar. Biz Ripley’i tanımayız. Suçu doğuran motivasyonları anlasak da, o motivasyonların beslendiği psikolojik kaynak hakkında neredeyse hiçbir bilgimiz yoktur. Ripley, “Ama o da şöyle bir çocukluk geçirmiş,” diyerek özdeşleşebileceğimiz bir karakter değildir. Aksine, son derece ketum, sinsi ve açıkça suçluluk duymaktan uzak bir yaratıktır karşımızdaki. Bir nedamet anında “O kadar insan öldürmeyebilirdim aslında,” benzeri bir laf eder mesela. Fakat bir adım sonrasında çatır çatır öldürmeye devam eder. Biz de onu sevmeye devam ederiz.

Saklamayalım: Tom Ripley’i sevdiğimiz bu karanlık yer, tam da suç ve suçluyla kurduğumuz netameli ilişkinin beslendiği yerdir; farkında olmadan, Ripley’e de, uygun koşullar oluştuğunda eşimize dostumuza ve kuşkusuz kendimize verebileceğimiz suç kredisinin aynısını veririz…

Highsmith’in ölümünden sonra, Amerika’daki yayımcısı, yazarın arkasından “bencil, zalim, katı, sevme ve sevilme becerilerinden yoksun bir insan-evladı” olduğunu söylemiş. Yazar belki de öyle biri değildi. Belki yayıncısı yanılıyordu. Sonuçta ömrü boyunca ağır depresyonla mücadele etmiş biri var karşımızda. Belki de, kimilerinin iddia ettiği gibi, tam da bu yüzden sosyal bakımdan hiçbir zaman çok girişken olamamıştır Highsmith. Yanlış tanınmış, anlaşılmamış, haksız biçimde yargılanmıştır. Ama ne yalan söyleyeyim, ben, kendi adıma Highsmith’in tam da öyle bir insan olduğunu düşünmekten keyif alıyorum. Hatta öyle biri olduğundan neredeyse eminim. Öyle biri olsun istiyorum.

Sonuçta insan, zekâsını takdir edip hayranlık duyduğu tanıdıklarının nemrut taraflarında -iyi taraflarının aksine-, her zaman gizli ve daha yoğun bir övünç payı bulur, haksız mıyım?