Samuel Beckett “Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı” der ve kuşak meselesini de şöyle açıklar: “Bizim kuşak hakkında kötü şeyler söylemeyelim öyleyse, önceki kuşaklardan daha bedbaht değiliz çünkü.”

Suçlu gençler değil

GENÇ BİRGÜN

Neoliberal politikalar toplumun tüm kesimlerini etkilediği gibi gençleri de etkiliyor. Onlara bireycileşmeyi dayatan bu düzen aynı zamanda gençleri suçluyor. Gençler ise özellikle son olarak Boğaziçi direnişinde de gördüğümüz gibi birlikte hareket ettiğinde birçok şeyi değiştirebilecek güce sahip.

Gençliğin toplumsal düzen içindeki durumu, birey olmanın getirdiği meseleler hakkında Psikiyatrist Agah Aydın ile konuştuk.

Son dönemde özellikle sosyal medyada, kendi akademik ve/veya çalışma hayatına ilişkin "başarı"larını anlatıp insanlara "Peki ya siz neler yaptınız?" sorusunu yönelten bir prototip ortaya çıktı. Sosyal medyadaki bu hali, sistemin gençlere bireysel başarıyı dayattığı bu düzende toplum psikolojisinin yeniden ortak bir hayatı kurabilmek gibi bir yetisi olabilir mi?

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki hemen her şeyi çokuluslu şirketler belirliyor. Bu şirketler ağız birliği etmişçesine aynı şeyi salık veriyor hepimize: “Sen seçtiklerinsin”… Üstelik sadece satın alacaklarımız konusunda değil tüm yaşamımızı, yaptığımız işleri, fiziksel görünümümüzü bile belirleyebileceğimiz ima ediliyor açık veya örtük reklâmlarla, sistemden nemalananların yazdıkları otobiyografilerle, bunlara inanan budalaların köpürttüğü kampanyalarla, bireysel saflıklarla her gün biraz daha pekiştiriliyor bu talimat… Oysa biz hiçbir şeyi seçmiyoruz. Seçtiğimize inandırılıyoruz. Ne doğduğumuz ülkeyi, ne ailemizi, ne maruz kaldığımız öğretileri… Hiç bilmediğimiz bir ülkede, hiç bilmediğimiz bir aileye, hiç bilmediğimiz bir kültüre ve daha da önemlisi bizim belirlemediğimiz koşullarda yaşamaya mecbur olan varlıklarız. Bir insanın ne olacağını büyük oranda koşullar, karşılaşmalar ve toplum belirler. İnsan yavrusu seçimlerinde özgür değil özgür olduğuna inandırılmış bir varlıktır bana göre. Diğer insanların arzusunu arzulayan bir varlık tek başına değil ötekiyle birlikte değişebilir ancak. Birbirimizi, toplumu, sosyoekonomik yapıyı değiştirmeden değişebileceğine inanmak saflıktan değilse burnu büyüklüktür. Sözlerimiz bildiklerimizle ya da zekâmızla değil onları dinlemeye gönüllü olabilecek kadar bizi seven dostlarımız varsa anlam kazanır. Aksi halde cümlelerimiz zavallılığımızı gizleyemezdi. Dostlarına, birlikte yaşadığı insanlara, topluma kıymet vermeyen bir insanın zavallılığına kimse derman olamaz. Diğer ekonomik sistemin, çıkar gruplarının toplumda açtığı yaraları sürekli “gençleri bozacaklar” diye tanımlamayı gençleri nesneleştiren bakışı da doğru bulmuyorum. Herkes, her kuşak kendi derdine yansın. Bana göre gençler, gençlik bir yolunu bulacaktır bu kaostan çıkmanın. Samuel Beckett, “Dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı” der ve kuşak meselesini de şöyle açıklar: “Bizim kuşak hakkında kötü şeyler söylemeyelim öyleyse, önceki kuşaklardan daha bedbaht değiliz çünkü. İyi şeyler de söylemeyelim. Nüfusun arttığı bir gerçek.”

Son zamanlarda özellikle gençler arasında ilişkilerin zaman zaman bir tüketim ilişkisine dönüştüğü iddialarıyla ilgili ne söylersiniz?

Gençler arasındaki ilişkilerin bir tüketim ilişkisi, başka deyişle yozlaşmış olduğundan emin değilim. Bu iddianın çok sık dillendirildiğine katılıyorum. Ancak doğru olmadığını düşünüyorum. Bir şeyin dönüşebilmesi için öncesinde başka bir şey olması gerekir. O halde eğer ilişkiler dönüşmüşse gençlerin değil yaşlılar arasındaki ilişkilerin dönüştüğünü düşünmeliydik. Neredeyse tarihin her döneminde gençlere bazen de kadınlara böyle iftiralar atılmıştır. Bir toplumda sosyal yaşamı hemen her zaman iktidar ilişkileri belirler. İktidar şu anda kimdedir? Yaşlılar ve erkeklerde… Yani, olsa olsa yaşlı erkekler hem kendi ilişkilerini hem de bir bütün olarak toplumsal ilişkileri yozlaştırmıştır diyebiliriz. Gençler üzerinden toplumsal yozlaşmayı kavramsallaştırmak, gücü elinde bulunduranların en sık başvurduğu yoldur. Paraları, yaşları -tecrübeleriyle de diyebilirdim- veya meslekleriyle başkalarına hükmederek yetersizlik duygularını gidermeye alışık olanlar tüm toplumun huzuru için tehdit olurlar. Geri çekilmeyi bilmezseniz bilgiyi aktaramazsınız. Bir türlü yaşlanamayan adamlarla doldu sokaklar.

Gençler değişmedi, çalıştığımız işyerleri değişti. Bu da her bir şeyi değiştirdi. Ekonomik liberalizm sahip olduklarımız üzerinden kendimizi tanımlamaya zorluyor bizi. “Sen seçtiklerinsin” ya da “kendin ol” gibi sloganlarla seçeceğimiz ürünler bizim kim olduğumuzu belirliyormuş, belli oluyormuş gibi bir söylemle karşı karşıyayız. Seçmek aynı zamanda seçmediğimiz seçenekleri de akla getiriyor. Eğer ben seçtiklerimsem mutsuzluğumun, işsizliğimin, parasızlığımın nedeni de benim ya da seçtiklerim şimdilik beni iyi hissettiriyor, durumu idare etmeme yetiyor olabilir ama ya daha iyisi çıkarsa karşıma? Bir kaybeden ya da sıradan biri olacağıma, en iyi olma olasılığını açık tutmak için şu anda ilişki içinde olduğum adam ve kadını değil gelecekte karşıma çıkacak daha iyi olanı beklerim. Her seçim kaygı yaratır. Bireyi yeterli, mutlu, başarılı olup olmaması sadece kendine bağlıymış gibi kendisine bağlı olmayan koşulların sorumluluğunu yükler. Başka bir bakışla yetersizlik ve suçluluk duygularını kışkırtır. Oysa uzlaşmak, sevmek, aşık olmak yakınlarına yakınlaştığında özünü kaybetmekten korkmayacak kadar özüne güvenenlerin yaşayabileceği bir zevktir.

Pandemi sürecinde daha görünür hale gelen ekonomik sıkıntılar, eğitimdeki eşitsizlikler gençleri yaşadığımız topluma yabancılaştırıyor mu? Bu sıkışmışlık içinde yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya karşı dayanışma ilişkilerini kurmaya yönelik yollar sizce nelerdir?

Pandemi süreci önemli bir çoğunluğun ekonomik sıkıntılarını artırdı. Ancak eğitimde eşitsizliğe ya da eşitsizliğin derinleşmesine yol açtı mı emin değilim. Ülkemizde çok iyi eğitim alan küçük bir azınlığın olduğu doğru ama çok kötü koşullarda eğitim alan hatta neredeyse hiç diyebileceğimiz kadar kötü eğitim alanlar da var.

Ekonomik krizler bölgesel ve sınıfsaldır. Bu felaket dünyayı bir bütün olarak ya da bütün toplumsal sınıfları eşit etkilemedi. Görüyoruz ki yaşlılarla gençler, yoksullarla varsıllar sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma, ekonomik sıkıntılar vb. açısından farklı koşullara maruz kaldılar. Örneğin yoksulların bir kısmı açlık sınırının altında yaşamaya başlarken, milyonerlerin banka mevduatlarında yüzde 25 oranında artış oldu.

Yabancılaşma kavramını iki şekilde ele alabiliriz: Kendine ve topluma yabancılaşma. Birincisi özne olabilmenin koşuludur. İnsan yavrusunun toplumla karşılaşması “Ya paranı, ya canını” diyen bir soyguncuyla karşılaşmak gibidir. İnsanın kendine yabancılaşmasını en dar anlamda bedeni ile kültür arasında kaldığında kültürü, geniş anlamda da varlık mı/anlam mı ikilemiyle karşı karşıya kaldığında anlamı seçmesidir diyebiliriz. Bu seçimin ödülü özne olmak, bedeli ise varlığının kökten değişmesidir.

İkincisi, yani topluma yabancılaşmak ise felakettir. Onun için her şeyinizi feda ettiğiniz bir sevgilinin sizi terk etmesi gibidir. Yani dara düştüğünüzde çalacak kapınızın olmamasıdır. İşsiz, aç kaldığınızda “Çalışana iş mi yok” denmesidir. Geleneksel toplumlarda insanın gideceği yer ailesidir, modern toplumda ise sosyal devlettir. Kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri dara düşenin, yakınlarını kaybedenlerin kimsesi olmayı başarabilirlerse salgının bıraktığı izler hafifler, ekonomik felaketlerin açtığı yaralar iyileşir.

İNSAFSIZLIK KÜSTAHLIK

Gençlere yöneltilen "iş beğenmiyorsunuz’’ gibi söylemler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yaşamını sürdürebilmek için tüm seçimlerini temel ihtiyaçları belirleyen bir ebeveyni çocuğunu doğru tercihe yönlendiremiyor diye suçlamak ya da analitik düşünmeyi öğretemeyen müfredat yerine öğrencileri kusurlu bulmak; iş bulamadığı için açlıkla mücadele eden bir insana “İş beğenmiyorsunuz” diye iftira atmak, “Çalışana iş mi yok” diyerek hakikate sırtını dönmek cahillik değilse insafsızlıktır. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülkede yıllarca işsiz kalmanın açlıkla aynı anlama geldiğini anlayamamak lümpenlikten değilse küstahlıktır. Burası ne Berlin, ne de Paris. Beğenmemek için seçenek olması lazım. Batı kaynaklarından Batılı gençlerin hayatını okuyup bizde de aynı analizi yapmak ezbercilikten değilse aptallıktandır.

Yine de haksızlık etmek istemem kimseye, sonuçta demokratik bir ülkede yaşıyoruz; cahillik, insafsızlık, lümpenlik, küstahlık, ezbercilik gibi aptallık da demokratik bir haktır. Ama şunu da eklemek isterim, gençlerin dertleriyle dertlenmezsek gider bu gençlik. Bu güzellik hiçbirimize kalmaz. Bize kalsa kalsa yalnızlık ve yoksulluk kalır.

SORUMLUSU SİSTEMDİR

Yaşadığımız toplumsal travmaları ( kadın cinayetleri, katliamlar, yoksulluk vb.) aşmanın yolları nelerdir? Bu travmaların ardından toplumsal mücadeleyi örmenin yolları nelerdir?

Çağımızın baş belası kıskançlık ve hasettir. Haset sevmeyi ve bütünleşmeyi imkansız kılar. Haset kötüye değil iyiye bir saldırıdır. Başka deyişle, sevenin sevgisine, iyinin iyiliğine, bağışlayanın bağışlayıcılığına bağımlı olmaya dayanamamanın hissettirdiği, insan yavrusunun en yıkıcı duygusudur. Çünkü dışardaki iyiyle birlikte ondan aldığı iyiyi, kendini de yok eder. Yaşamak için günde 12 saat çalışmak, rekabet adı altında birbirinin ayağını kaydırmaya ayartılan insanlar arasında dayanışmanın olması, birbirlerini sevmesi, birbirinin acısına tanıklık etmesi beklenemez. Bu toplumsal yapının yaratıcısı ekonomik liberalizmdir. Yani hasta olan biz değiliz sistem. Nasıl olur bilmiyorum. Ama böyle olmadığı açık.