Türkiye’ye davet edilen bir konuğun kabul edip gelmesi başlı başına bir takdir nedeni olabiliyor:

-Bravo bu koşullarda geldi! deniliyor.

Çünkü Türkiye artık tam anlamıyla “terörün egemen olduğu ülke” haline geldi. İstanbul ve Kayseri katliamları açık olarak gösteriyor ki büyük saldırılar tek başına bir örgütün altından kalkabileceği eylemler değildir. Son derece “ince” istihbarat ayrıntıları var.

Mesela İstanbul’da saldırının doğrudan hedefi polisti, Kayseri de ise asker… Türkiye’nin bütününü hedef alan bir istikrarsızlaştırma planının yürürlüğe girmiş olduğu kendini gösteriyor.

Türkiye’yi böylesine hedef haline getiren acaba nedir?

Beton ağırlıklı inşaat sektörüne yapılan yatırımlar mı?

Yoksa dünyanın en ateşli bölgesinden “küresel güç oldum” diye her salatalık ortaya çıktığında tuzluğu kapıp oraya doğru koşmak mı?

Kendi ülkesinde vatandaşlarının güvenliğini sağlamakla yükümlü polis ve ordu birimlerinin kendilerini koruyamaz hale getirilmesi ile Türkiye’nin yönetimi arasında bir bağlantı olabilir mi?

Hükümetin bu yönde bir değerlendirme yapması lazım. Muhalefetin de bunların izahını sorması… Ama muhalefet Parlamento’nun çalıştırılması yerine “Milli Birlik Beraberlik” gibi tamamen içi boş şeylerle, ülkeye zaman kaybettiriyor.

Şunu soramıyor:

-Hangi birlik usta?

Parlamentonun 3. büyük partisi HDP’nin Eş Genel Başkanları hapisteler!

12 Milletvekili tutuklu.

30 Belediye başkanı cezaevinde.

146 gazeteci ipe sapa gelmez gerekçelerle içeri atıldılar. Türkiye bir gazetecilik cehennemi haline getirildi. Ülkenin etkili gazetecilerinden Umur Talu sessizce “gazeteciliği bıraktım” diyor. Herkes “tabii ya” kıvamında bir mırıldanma sonrasında işine dönüyor.

Ayşenur Arslan aynı şeyi canlı yayında yapıyor. Bu sefer fark ediliyor ki Türkiye gerçekten gazetecilik yapılamayacak hale gelmiş!

Ve hiç kimse kendini güvende hissetmiyor.

Bu koşullarda nasıl “birlik” ve “beraberlik” inşa edeceksiniz?

Ülke Uğur Mumcu’nun yıllar önce yaptığı tespitin ortasında duruyor:

“Suçlular ve Güçlüler!”

Uğur Mumcu konu üzerine yazıp kitaplaştırdığı yazılarında suçluların güçlü olması halinde hesap vermediklerini tam tersine bunun hesabını suçsuz insanlardan sorduklarını anlatıyordu.
Uğur Mumcu’nun işaret ettiği yerdeyiz!

***

Hapishaneler ve mektuplar

Cezaevine girenler bilir, onları hayata bağlayan iki şey vardır. Biri ziyaretçileri, diğeri de mektupları. Kendilerine gelen mektuplar, onları okumak, hepsine tek tek cevap yazmak içerdekinin hayat bağlarını oluşturur. 29 Kasım 2016’da Atilla Özsever BirGün’de eski dönemlerden bir örnek verdi:

“Hapishane mektupları deyince aklıma ünlü İtalyan düşünürü, sosyalist, işçi sınıfı önderi Antonio Gramsci’nin ‘Hapishane Mektupları’ gelir. Gramsci de 1926 yılının Kasım ayında tutuklanmış. Belli bir süre hapis yattıktan sonra uluslararası kamuoyunun da çabalarıyla Mussolini’nin zindanından çıkarılıp bir hastaneye yatırılmış… Antonio Gramsci’nin “Çocuklarıma Mektuplar” isimli eserinde hapishanedeki yaşamını anlatır.”

1926’da Faşist İtalya’da bile cezaevindeki bir tutuklu-hükümlü mektup yapabiliyordu. Siz şimdiki yeni Türkiye’nin halini anlayın artık.

Bizim Silivri Cezaevinde yatan gazeteci arkadaşlarımızın mektup almaları ve yazmaları yasaklanmış durumda. Onları haksız yere içeri atanlar, olur olmaz yerlerde çıkıyorlar büyük bir pişkinlikle “biz ne çileler çektik” diye ağlaşıyorlar.

Ne çektiniz?

Her baskı döneminde gidip baskıcı devletin kuyruk altına girip tam siper yattınız. Sonra da utanmadan çile çektik diye ağlaştınız.

***

İçerdeki arkadaşlar

Bildiğiniz gibi sizlere mektup yazamıyoruz. Okurların izniyle sütunun bu kadar kısmını kendi özel ilişkimize ayırıp sizlere sesleniyorum.

İçinde 146 gazeteciydiniz, Hüsnü Mahalli ile 147 oldunuz.

Hepinize ayrı ayrı yazamıyorum. Ama hepiniz için ayrı ayrı üzülüyorum. En çok da mesleğimiz için tabii… Siz o kadar gazeteci hapisteyken bizim yaptığımız şeye gazetecilik denilebilir mi, bilmiyorum.

Aklıma öncelikle Murat Sabuncu geliyor. Çünkü o son yıllarda içerdeki gazetecilerin dışarıdaki kolu kanadı olmuştu. İçerde kim varsa onun hakkında en sıcak bilgileri Murat Sabuncu’dan alıyorduk. Murat’ın genetik yapısında yardım ve dayanışma vardır. 1999 Marmara Depreminde gündüz Milliyet’te çalışır, geceleri de İzmit, Gölcük, Karamürsel, Yalova gibi yerleşimlerdeki göçük altından insan çıkarma çalışmalarına katılır, sabah gazeteye dönerdi.

Onun tahliyesi için hem içerdeki hem de dışarıdaki gazeteciler için çok iyi olur!

İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı bu yıl Turhan Günay ile nefes alıp verdi. Kitapla ilgili olarak Turhan, yıllar önce sabah saat: 05.00’de kapımı çalıp çok önemli bir haber vermişti:

-Kitapları topla çatıya getir, darbe oldu!

Tarih 12 Eylül 1980 günlerden Cuma idi. Onun 5 bin kitaplık dev kütüphanesinin ağırlığı çatı katındaydı. Benim kitap kolilerini de onların yanına koyduk. Sonra birlikte çay içerken olanca gerçekçiliğiyle “içimizi açan” bilgiler vermişti:
-Sen en az bir yıl içerden çıkamazsın!

Beni DİSK Davası bekliyordu. O da 12 Mart’tan deneyimli uzman solcu olarak bazı öğütlerde bulunuyordu. Haklı çıktı. DİSK Davası 1986’da sonuçlandığında uzun kalanlarımız 5 yıl hapis yatmışlardı.

Bunları, Turhan’ın her Cuma katıldığı Dem Akademisi toplantılarında Çiçek Pasajı/Sev İç restoranın komşu masalarında eski hüzünlü anılar olarak konuşurduk.

Yıllar geçti, dünya döndü, devran değişti Türkiye’de solcu olmanın kaderi değişmedi.

Sizler hapisteki gazeteciler bizim onurumuzsunuz. Bu günlerden geleceğe onur ve anılar kalacak. Yaşatanlara ise kocaman bir utanç!