Gözetleme Kulesi’nde farklı tipte suçluluk duygularından muzdarip iki insanın öyküsü anlatılıyor. Pelin Esmer, belgeselle başladığı...

Gözetleme Kulesi’nde farklı tipte suçluluk duygularından muzdarip iki insanın öyküsü anlatılıyor. Pelin Esmer, belgeselle başladığı sinema serüvenine gerçek bir insanın, amcasının hayatından yola çıkan bir kurmaca ile devam etmişti. Bu kez kurmaca daha saflaşmış ve belgesel özelliklerinden arınmış


Suçluluk duygusu, işlenen bir tür suçtan kaynaklanacağı gibi, suça maruz kalmaktan da kaynaklanabiliyor. Tecavüz mağdurlarını yaşadığı suçluluk duyguları gibi. Ya da Freud’un dediği gibi, suçluluk duygusu, suçtan önce gelebiliyor. Burası karışık biraz ama işlenen suç, zaten var olan suçluluk duygusunu belirli bir alanda zapt etmek için de var olabiliyor. Pelin Esmer, “Gözetleme Kulesi” ile ilgili söyleşilerinde bu tip “nedensiz” suçluluk duygularının gücünden söz ediyor.


HAYATIN NEREYE GİTTİĞİ AÇIK KALIYOR
Gözetleme Kulesi’nde farklı tipte suçluluk duygularından muzdarip iki insanın öyküsü anlatılıyor. Filmin sırlarını açık etmemek için (ki buna filmin yaratıcılarının azami önem verdiklerini görüyorum) bu suçluluk duygularının arkasındaki hikayelere girmeyeceğim. Kahramanlardan kadın olanı kendisine karşı işlenen suçun hesabını soramıyor, diğeri ise neden olduğu trajediden dolayı kendi kendisine hesap veremiyor. Bu iki insan bir şekilde birbirlerini buluyor, çatışıyor ve birbirlerine ayna işlevi görüyorlar. İki insan da sonunda değişiyorlar ama hayatın onları nereye götüreceği açık kalıyor…
Pelin Esmer, belgeselle başladığı sinema serüvenine gerçek bir insanın, amcasının hayatından yola çıkan bir kurmaca ile devam etmişti. Bu kez kurmaca daha saflaşmış ve belgesel özelliklerinden arınmış. Gözetleme Kulesi Adana Altın Koza’da en çok ödül alan filmdi. Gerçekten de her öğesiyle çok nitelikli bir film “Gözetleme Kulesi”. Toronto’da başlayan uluslararası serüveninde daha birçok durağa uğrayacak gibi…


**

DAĞ
On binlerce ölüye rağmen…

Dağa çıkmayı, savaşmayı, öldürmeyi, şiddeti seçmeyi yücelten her filmden nefret ediyorum. Kürt versiyonlarından da, Türk versiyonlarından da...

Bu film keşke hiç çekilmemiş olsaydı, ben de keşke hiç seyretmemiş olsaydım. “Dağ” hakkında açıkçası yazmak istemiyorum. Çünkü bu filmin yapılmış olması, barışa yönelik beklentimi zayıflatan bir şey. Bu filmi yapanlar kafalarında Türkiye’yi çoktan bölmüşler ama böyle yaptıklarının farkında değiller. Onlar için sapıklık düzeyinde kötü olan ve bu kötülüğünün hiçbir açıklaması olmayan PKK var bir yanda, diğer yanda da kahraman Türk askerleri var. Orduda savaşanla, PKK tarafında savaşanların aynı ülkenin vatandaşları olduğu gerçeği sanki bu filmin yapımcılarının bir kez bile akıllarından geçmemiş gibi. Nasıl ve neden böyle bir iç savaş yaşandığı filmin ilgi alanına girmiyor. Onlar için iyiler ve kötüler arasında bir savaş var, o kadar. 


Film, dağda tek başlarına bir grup PKK’liyle savaşmak zorunda kalan iki Türk askerinin hikâyesini anlatıyor. Geri dönüşlerle veya birbirleriyle sohbetleriyle bu iki askerin geçmiş hayatları hakkında da bir şeyler öğreniyoruz. Geçmişe dair bu bilgiler askerlik dışında hayatta anlamlı pek bir şey olmadığı gibi bir sonuca ulaştırıyor bizi. Hayatta iki tür erkek var: Birisi askerlikten yırtmaya çalışanlar, biri de çıkıp savaşanlar. Tabii ki film savaşanlardan yana.
Bu savaş olmak zorunda mıydı, bu savaşa neden olan koşullar neler ve değiştirilemezler mi? Bu sorular filmde yoklar. Zaten soru ve cevap belli, kötüler var ve yok edilmeleri gerek.


Filmin sonunda çok etkili bir plan var. Dağ görüntüsünün üzerinde, iç savaşta ölen askerlerin adları geçiyor. İnsanın aklı almıyor, bu kadar çok ölü genci. Bir de adları yazılmayan Kürt gençleri var. Bir de savaşla alakası olmadığı halde öldürülen Türk-Kürt siviller var. Bu kadar çok insanın ölümüne neden olan bu savaşı aynı yöntemlerle sürdürmek nasıl hala düşünülebilir, anlamak zor. Ama işte görüldüğü üzere, düşünülüyor.
Dağa çıkmayı, savaşmayı, öldürmeyi, şiddeti seçmeyi yücelten her filmden nefret ediyorum. Kürt versiyonlarından da, Türk versiyonlarından da... Militarizm ve ayrımcılık çıtasını yükselten “Dağ” şimdilik birinci sırayı almış durumda.  Leni Riefenstahl, faşist sinemanın anasıdır. Onun oyuncu olarak yer aldığı ilk filmleri de yoz şehir hayatı ile doğada yaşamın güzelliği arasındaki karşıtlıktan söz eder ve dağlara özel önem atfeder. Zaten ikinci filminin adı da “Kutsal Dağ”dır. Yerli “Dağ”ı seyrederken aklımdan bunlar da geçiyordu. Dağı yüceltenlerin bir kan bağı olduğunu düşünüyorum.

 

**

AMERİKAN SİNEMASININ SOL DAMARLARINDAN
John Sayles ile Malatya’da

Amerikan sinemasında bağımsız yönetmen deyince ilk akla gelen isim John Sayles’dir demek abartılı olmaz. Sayles ayrıca Amerikan sinemasındaki en sol damarlardan birini de temsil ediyor. Amerika’nın iç ve dış suçlarıyla ilgili filmler yapıyor. “Matewan”da maden işçilerinin grevinin şiddetle nasıl kırıldığını anlatır, “Amigo”da ise Amerika’nın Filipinler’de işlediği suçları. Sayles Malatya’da bir master class verdi, ayrıca kendisiyle bir röportaj yapma fırsatını da buldum. Bu röportajı daha sonra uzun haliyle yazmak istiyorum. Ama birkaç başlık vereyim şimdiden. Sayles psikoloji okumuş, oyuncu olarak sinemaya girmiş, sonra da piyasaya senaryo yazmaya başlamış. Sayles’in hayatını kazandığı mesleği şimdi de senaristlik. Bugüne kadar 100’e yakın senaryo yazmış. Kısacası o bir sinema emekçisi. Kendi yazıp yönettiği filmlerden ise geçinmesi söz konusu değil. Ki bugüne kadar 18 film yapmış. Senaristlerin greve gitmesi ise Sayles’in roman yazarı kimliğini devreye soktuğu dönemlere dönüşüyor. Sayles bu “tatillerde” boş durmayıp, roman yazıyor. Grevler konusunda da ilginç görüşleri var. Sermaye, işçilerin greve gitmesini istediği zaman greve gitmemizi zorluyor ve sağlıyor diyor. Sonuçta senaryo yazarları grevinin yine de az da olsa bazı kazanımları olduğunu, gitmeseler daha da zararlı çıkacaklarını düşünüyor. Sayles konuşurken kültür emperyalizmi gibi, bugün Türkiye’de ağzımıza alsak dinozorlukla suçlanacağımız kavramları kullanıyor. John Sayles’i Malatya’ya getirmek, festivalin yaptığı en iyi şeylerden biriydi.

 

**

HAVANA’DA 7 GÜN
Havana’nın ruh hali


“Havana’da 7 Gün”ü, Havana’da seyredeli neredeyse bir yıl oluyor. Yedi yönetmenin yedi ayrı hikâyesinden oluşan bu film doğrusu pek başarılı sayılmaz. Fakat içlerinden bir tanesi var ki filmi seyretmeye değer kılıyor. Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın çektiği bölüm, Havana’daki ruh halini çok başarılı yansıtıyor. Suleiman kendisine Buster Keaton ve Jacques Tati gibi komedyenleri örnek alıyor ve onlar gibi hem oynuyor hem de yönetiyor. Bu tarz oyunculuk anlamında  genellikle ifadesiz bir surat ve tepkisiz bir beden diliyle olaylara tanık olmaya tekabül ediyor. Film boyunca Suleiman, bir beklenti içinde uzaklara bakan ama sokak ortasında eğlenmesini de bilen Havanalıları gözlemliyor. Adada yaşamanın, hem bir özgürlük hem de bir kopukluk duygusu vermesi, sanki orada uzaklarda daha mutlu bir yaşamın olduğu fikri, yokluklarla mücadele hali, Castro’nun sevimli ama bitmek bilmez konuşmaları… Suleiman hepsini saptamış. Bir de aklımda Gaspar Noe’nin çektiği hipnotik ayin görüntüleriyle, Emir Kusturica’nın kendisini ayyaş bir yönetmen olarak canlandırdığı bölümlerden görüntüler kaldı filmden. Bu da bir şey, sonuçta.