Aklıma sıkça geliyor dokuz aylık bebeğin tecavüz olayı! Küçük bedeni, bir tabuta konmuş, yavrucağın arkasında sıra olmuş, cenaze namazını kılıyor insanlar. Hiç sürülmemiş bir yaşamın acısı nedir ki? Bir an; ölümüne sevindiğimi fark ettim yavrucağın. Eğer bu acıyı, alçaklığı aşıp, yaşamda kalmayı becerseydi yavrucak; gün olacak başına gelenleri öğrenecekti, ne hissedecek, nasıl yaşayacaktı? Buna yaşamak denecek miydi? Yahu ahali, sahiden biz yaşıyor muyuz?

Yazıya oturmaya niyetlendiğim an; Karadeniz’de Kılıçdaroğlu’na/Konvoyuna saldırı haberi geldi. Daha meseleyi kavrama zamanı olmadan, hemen başımıza terör uzmanlarının saçma analizleri boca edilmeye başlandı. Kimsenin düşünmeye vakti ve niyeti yok! Bir gün önce, cihatçıları yok etmek için, diğer cihatçılarla harekâta girişen bir ordumuz olduğunu öğrendik! Yine analistler; düşünmeye vakitleri olmadığı için, çıktılar meydane, salladılar alabildiğine! Savaş alanı toz duman kuşkusuz, ama esas zihinler puslu! Hakikat her an suikaste uğruyor…

“Kırmızı Çizgi” diye bir kavram var(!) uluslararası ilişkilerde. Her siyasetçi kıvraktır da, AKP alayına rahmet okuttu becerisiyle! Cemaat dosttu, şimdi kırmızı çizgi sınırında artık! Açıktan söyledi RTE: “Bana bak Kerry her haltınıza göz yumduk, bu sefer o sümüklü imamla götürüyordunuz beni!” dedi. Hep dost, hep güler yüzlü Kerry, önce elini tuttu başkomutanın, sonra dedi ki; “Yapma RTE… Bizim başkanda sendeki yetkiler yok, şerefsizim yargıya müdahale ederse, onu da götürür hâkimler, biz bayılıyor muyuz sanki sümüklüye” diye yanıtladı… Kafası yatmadı RTE’nin ama işte, adı üstünde diplomasi… Yani hakikat, yine bir faili meçhule kurban gitti!
İnsanın alayına isyan edesi geliyor. Nereden tutsan elinde kalan bir düzen… Sabah evden yolcu ettiği eşi, akşam döner mi, diye kaygıyla bekleyen kadınlar… Evlatlarını gönderdiği andan itibaren sabahlara dek uykusuz asker yolu gözleyen analar… Hücrede bir başına, ilaçlarına el konmuş, havalandırılmaya bile çıkarılmayan bir romancıyı düşündükçe çürüyen ruhlar… Düne dek okuduğu üniversitenin yalan olduğunu öğrenen şaşkın öğrenciler… Sokaklarda açlıkla boğuşan, el avuç açmaktan yorgun göçmenler… İnsanlık suikaste kurban edilmiş çoktan…

Sahi yaşıyor muyuz biz?

Elimizde telefonlar, avuçların arasından kayıp giden olayları yakalamaya çalışıyoruz. Bilgisayar başında son dakikaları her dakika olarak izlemeye devam ediyoruz. Sözün kıymeti yok. Etrafta mermiler, barut kokusu havaya yayılmış. Geleceksiz, ruhunu yitirmiş, bencil insanlar arasında, yaşayan ölüye dönmüş yüzler. Haysiyet bir cinayete kurban gitmiş çoktan…

Gevezelik yarışında, cehaleti laf ebeliğiyle kapamaya çalışan uzmanlar arasında, kimimiz balkonuna gelip suya gagasını değdiren serçeye bakıp avunuyoruz. Bazımız, iki kadeh parlatıp “bu da geçer ya hu” diyoruz bir dostla birlikte. Belki çoğumuz; gözleri yumup, kulakları tıkayıp vaziyeti idare etmeye çabalıyoruz ama; bir yerlerde bebeklere tecavüz ediliyor, düğünlerde çocuk bedenlerinde bombalar patlıyor, zindanlarda ağır karanlıkta kalemi kanıyor bir yazarın ve vicdanlarımıza düzenlenen suikastte, hepimiz bir bir ve her an ölüyoruz!

“İç savaş çıkar” diyenlere acı bir tebessümle bakıyorum. Nasıl yani, demiyorum. Savaş her an içimizde değil mi artık? Mesela; akşam yemeğe bir misafir çağırmayı kim akıl ediyor? Şöyle sakin, pazara gidip, esnafla iki lafın beli kırmak kimin aklında var? Haftaya okul açılacak; evladına zihin açıklığı dileyip, sevinçle yolcu edecek kaç ana baba var söyleşinize? Bir parkta el ele oturan sevgiliye en son ne vakit rastladınız? Ya da katıla katıla ne zaman güldünüz bir filme? Deliksiz uykuyu hatırlayanınız var mı? Varsa eğer topyekûn suikasta kurban yaşamlarımızın tetikçisi biraz da onlar değil mi?

Bize belirsiz geleceği anlatan karanlık adamların, irinli sözleri arasında boğuluyoruz. Gün geçmiyor ki keder elle tutulur olmasın… Acıyı bal eyledik elbet sevdamız, yoldaşlarımız için de… Yetti gayrı memleket koca mezarlık, her gün tabut çoğalıyor…

Alışmayalım bu faili meçhullere… Bir ihtimal daha var elbet ama o ölmek değil, inadına yaşamak olmalı...